19 Mart 2019 Salı

Hakkımızda

1868-1935 yılları arasında yaşayan psikanalist Magnus Hirschfeld, sürekli keşfetme arzusunda olan serüven meraklılarının seksüel açıdan buluğ çağında takılı kaldıklarını öne sürmekte ve bunu tıp dilinde "dromomani (dromomania)" olarak açıklamaktadır. Yunanca'dan gelen "dromo" kelimesinin anlamı koşmak, "mani (mania)" ise durdurulamayan dürtü, bir nevi delilik anlamındadır.
Tarihsel geçmişine baktığımızda en ünlü dromomani vakası Bordeaux kökenli Jean-Albert Dadas'a ait. Dadas bir gün aniden yürüyüşe çıkmış ve bir anda kendini Prag-Viyana-Moskova gibi şehirleri gezerken bulmuş 😃 Kim bilir belki bir gün schengen vizesi kalkarsa Ikea'ya somon yemeğe giderken kendimizi Stockholm'de buluveririz 😛
Dromomani hakkında az çok bir fikrimiz oldu, peki ama "Biz kimiz"?
"BİZ, orta şiddette DROMOMANİK tipleriz" 😮 Tabii belirtileri hepimizde farklı seyrediyor..

Aytül Tarduş- Bayan Gurme
Hastalığı:Dromomania
Belirtileri:
-Bu kız dünyaya yemek+tatlı+kahve üçlemesi için gelmiş adeta 😃 Tripadvisor, foursquare taraması yaparak gezi öncesi veya gezi sırasında mekan keşfetmeye bayılır, doğru yeri bulana kadar kmlerce yürümeyi ve yürütmeyi göze alır. Bu merakının sayesinde "overrated turist mekanları" dışında hem hesaplı hem de lezzetli lokal keşifler yapar. Yemekle bağı o kadar güçlüdür ki normalde sakin bir yapıya sahipken aç olduğunda agresifleşebilir. Hatta grup içinde bu konuya dair çok geyik döner.
 -Fotoğraf Tarduş çifti için gezinin olmazsa olmazıdır. Bay ve Bayan Tarduş gezerken adeta japonlara dönüşür. Merak edenler galeri kısmını ziyaret edebilir 😃
-İnternette gezinirken ya da bir instagram hesabında gördüğü fotoğrafın peşine düşer ve sonrasında oraya ait gezi planları yapar, hayaller kurar. Ardından Helin'in izinden giderek kampanya kovalar.

Helin Yalçın-Bayan Planlayıcı
Hastalığı:Dromomania
Belirtileri:
-Haftaiçi mesai saatlerinde bile skyscanner sekmesi hiç kapanmaz, aksine sağa doğru artarak açılmaya devam eder. Bakılan güzargahlar sürekli değişir ama genelde İstanbul'dan her yöne en uygun fiyatlıya göre şekillenir 😃 Ha bir de Pegasus kampanyaları var, mail düşer düşmez tüm ekibi bilgilendirir. Sonrası zaten malum, bütçeler sarsılır ve güzergah yeniden hesaplanır😀
-Gezi boyunca yapılacak aktarma uçuşları, kalkış noktaları, kalınacak yerlere dair farklı kombinasyonluhesaplamaların olduğu çılgın excel dosyaları hazırlamaktan acayip keyif alır. 2 yetişkin + 1 bebe şeklinde çalıştığı excel dosyasıyla ailenin ekonomisinden sorumlu Özgür Yalçın'ı ikna etmeye çalışır ve genellikle de hedefe ulaşır 😃 Gittiği yerden magnet, bardak ya da zil almadan dönmez.
-Çocukla yurtdışına mı çıkılır? Ne yemek yer oralarda bu çocuk? Uykusu da mı gelmeyecek? sorularını yerle bir etmiş kişidir kendisi. Sırtında bebe km.lerce yol tepmiş yokuş çıkmış anne modeli..Airbnb evlerinde taze fasülye yapmışlığı da var. Annelere özgü köpekbalığı sendromuyla dromomanik hal birleşince ortaya böyle mistik bir güç çıkıyor demekki 😃

Adel Yalçın- Minik Gezgin
Hastalığı:Dromomania
Belirtileri:
-Bu küçük dağ tavşanı daha dünyaya gelmeden; Aphrodisias Antik kenti'nde tırmanış, fabrika turları ve atraksiyonlu nice yurtdışı gezileriyle dromomania virüsünü kaptı bir kere.. Evdeyken "paark paark" diye çıldırması hep bundan 😃
-Uyku alışkanlığı diye bir şey söz konusu dahi değil.. Yalçın ve Tarduş'lar "Kos gezisi" için sabahın 4'ünde yola çıkarsa, bu çocuk pek tabii 6'da uyanır ve annesi uykusuz kalır hiç sorun değil.. Gün içinde kısa kısa uykular dışında uyumayıp, gecenin 2'sinde uyumasına ne demeli? Uyuyakalıp hipokrat yemin törenini mi kaçırsın 😀

Uğur Tarduş- Bay Navigatör
Hastalığı:Dromomania
Belirtileri:
-Kendisi teknolojik olan ne varsa hastasıdır, ona göre teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar yararlanılmalıdır. Navigasyon konusunda oldukça başarılıdır. Elde harita kafaları kaşıyıp "ee şimdi ne yöne gitmeliyiz" sorusunu tarihe gömmüş, nereyi aradıysak nokta atış yapmıştır. O yüzden sayesinde konforlu gezilir.
-Adeta bir önlem paketidir. Yolda şarjsız kalmanız mümkün değil, herşeyin yedeğinin yedeğinin yedeği mevcuttur 😀
-Tarduş'ların fotoğraf tutkunu olduğundan bahsetmiştim. Özellikle mimari çekimler konusunda teknik bilgisi konuşur, iyidir iyi.
-Starbucks fanı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim, bulunduğu ülkede Starbucks varsa elini koymuş gibi bulur ve mutlaka kahvesinden internetinden faydalanır.

Özgür Yalçın-Bay Tarihçi
Hastalığı:Dromomania
Belirtileri:
-Kendisi dünyaya muhalefet olmaya gelmiştir. Aslında ne dinle ne de devlet işleriyle münasebeti vardır ama tarih dedin mi kule efsaneleri, Osmanlıca metinler, imparatorluk hikayeleri sıraya dizilir.
-Kitap kurdu olduğu aşikar ama kendisi bir o kadar da konformisttir. Dadas gibi yürüyüşe çıkmışçasına seyahate çıkar. Gezi planlamak ona göre değildir, bu sebeple hazırlık kısmı genelde Helin Yalçın'a aittir 😛 Lakin gidilecek yere vardıktan sonra yerel halktan biriyle mutlaka tanışır ve o bölgenin tarihçesine bi iner. Oraya ait kılıç, eski bir harita, heykelcik ne varsa koleksiyoner gibi toplar eve getirir.
 
Takipte Kalın :)

[social_icon type="facebook" url="#"] [social_icon type="twitter" url="#"] [social_icon type="pinterest" url="#"] [social_icon type="instagram" url="#"] [social_icon type="skype" url="#"] [social_icon type="youtube" url="#"] [social_icon type="foursquare" url="#"] [social_icon type="spotify" url="#"]

Viyana Gezi Rehberi - Asaletin bizi öldürdü :)

OKUYUCU İÇİN NOTUMUZ: VİYANA GEZİMİZİ 5-6 HAZİRAN 2017 TARİHİNDE GERÇEKLEŞTİRDİK. FİYATLARI BUNA GÖRE BAZ ALABİLİRSİNİZ.

Oh my Vienna! 7. Kez dünyanın en yaşanabilir şehri seçilen Viyana sana geliyorumm :)

Kimine göre Sigmund Freud etkisinden “rüyalar şehri”, kimine göre Mozart ve Beethoven'ın yaşadığı yer olmasından “müzik şehri”.. Benim gibi yeme-içmelere doyamayan biri içinse “şinitzel ve tatlı şehri” denebilir :)

Uzun yıllar Habsburg hanedanının başkenti olan Viyana günümüzde Avusturya'nın başkenti, aynı zamanda ülkeyi meydana getiren 9 federal eyaletten biri. Şehir 2 milyon civarı nüfusa sahip ve yaklaşık %20si 65 yaşın üzerinde. Bizdeyse bu oran %8lerde.. Tarihe tanıklık eden nüfusu bir yana, ülkedeki eğitim kurumları da Avrupa'nın en eskilerinden. Örneğin, 1365 yılında kurulan meşhur "Viyana Üniversitesi" burada.

NASIL GELDİK, NEREDE KALDIK?

Viyana’yla Budapeşte’den başlayan Orta Avrupa turumuzun tam ortasında tanıştık ve 1,5 gün sonunda birbirimize doyamadan ayrıldık :( Budapeşte’den Viyana’ya Regiojet adlı otobüs firmasıyla geçtik. Tek kişi bilet:10.50 EUR. Otobüs M4 hattı Kelenföld vasútállomás metro istasyonu çıkışının solundaki belediye otobüs durağının oraya yanaşıyor, herhangi bir Regiojet tabelası falan yok boşuna aramayın biz çok arandık :) Sağ tarafta 'Volanbusz' adlı diğer otobüs firmasına ait alanı ve tabelasını göreceksiniz. Otobüsler 4 saatlik yolculuk için gayet konforlu..Deri koltuklara, tv-sinema izlemek için yeterli ekrana sahip ve wifi mevcut. Ayrıca 1 kez ücretsiz sıcak içecek servisi yapılıyor ve 1-2 EUR’ya satın alabileceğiniz yiyecek seçenekleriyle de oldukça uygun.

09:15de kalkan otobüs 13:55de Viyana U2 Stadioncenter Busterminal’e vardı. Burası aynı zamanda bir metro istasyonu olduğu için, metroyla rahatlıkla şehir merkezine yakın Praterstern durağına vardık. Zamanımız kısıtlı olduğundan 7,6 eurya 24 saat geçerli Viyana ulaşım kartı alıp ulaşım olayını da hallettik. (48 saat, 72 saat ve haftalık seçenekleri de mevcut) Tek binişlik kartın 2,2 euro olduğunu düşünürseniz bu kartla avantajlı bir şekilde kısa sürede gezilecek yerleri bitirebilirsiniz. Yok ben kaçak binerim, yakalanırsam cezamı da paşa paşa öderim diyorsanız seçim size kalmış :) Şimdiden söyleyeyim biletsiz binmenin cezası 100 eur civarı..

Praterstern metro çıkışından kalkan “O” nolu tramvay hattı ile 3 durak gidip Hintere Zollamtsstrasse’de indik. Duraktan 2 dk. yürüyüş mesafesindeki airbnb evine geçip eşyalarımızı bıraktık ve şehir turuna öğlen 3-4 arası başlayabildik. Çok şükür ki evden şehir merkezi 1 km civarıydı, yürüyerek kısa sürede ulaştık. Ayrıca kaldığımız ev Hundertwasserhaus’a 600-700 m. mesafedeydi yani hem ekonomik bir konaklama hem de şehir ulaşım rahatlığı için bu bölgeyi tercih edebilirsiniz.

Şehir merkezindeki ilk durağımız Stephansplatz ve burada yer alan Stephans Dom oldu.

NASIL GEZDİK?

1.GÜN

Stephans Dom

Stephansplatz’a vardığımızda 1147 yılında inşa edilmiş Viyana’nın gotik simgesi başpiskoposun kilisesi Aziz Stephan Katedrali (Stephansdom) tüm heybetiyle karşımızdaydı.. Söylentiye göre katedralin Kuzey kulesinin tamamlanması için kent konseyi bir yarışma düzenlemiş ve yapı ustası Hans Puchsbaum rakiplerine göre yarı zamanda tamamlama vaadiyle yarışmayı kazanmış. Hans kent konseyinin kızı Mary’e aşık olduğundan kuleyi bitirdiğinde elde edeceği ün ile o kıza kavuşacağını düşünmekteymiş. Kulenin inşasını zamanında bitiremeyeceğini anladığı bir anda şeytan karşısına çıkmış ve “Tanrı, Meryem ya da kutsal başka bir isim” söylememesi şartıyla ona yardım edeceğini söylemiş. Kulenin bitmesine birkaç gün kala çatıdan meydandaki kalabalığa bakarken aşık olduğu Mary’i gelinlikle görmüş ve kendini tutamayıp “Mary” diye seslenmiş. Anlaşma bozulmuş ve Hans o anda düşerek molozların arasında kalmış ve sonra da cesedi bulunamamış. Hikâye bu ya, kule günümüzde hala tadilatta ve bitirilirse kıyametin kopacağına inanılıyor..

Lanetli kuzey kulesi bir yana, Viyana manzarası için 137 m yükseklikteki Güney kulesi Steffl’a 343 merdiveni aşarak çıkabilirsiniz. Kuleye çıkmak ücretli (Catacomb tour bileti:5.5 EUR), katedralin içini gezmekse ücretsiz. Normalde her gittiğimiz yerde kule ya da kubbelere çıkmak adetimizdir ama Vatikan’dan sonra başka yerler bizi kesmez oldu sanırım, buraya çıkmadık :) Sadece katedralin içini dolaştık fotoğraf çektik.

Viyana'ya gitmiş her turistin en az bir defa yürüyeceği caddenin adı Graben.. Metro kullanacaksanız U1 ve U3 metro hatlarının kesiştiği "Stephansplatz" istasyonunda indiğinizde tam olarak Graben caddesindesiniz. Sağlı sollu kafeler, çikolata mağazaları, hediyelik eşya dükkanları ile dolu cadde her daim oldukça kalabalık.. Tarihe kara leke olarak geçen veba salgınını ve yaşanan kayıpları temsil eden meşhur Veba anıtı da bu caddede yer alıyor. 1693 yılında Kral 1.Leopold tarafından yaptırılan anıtın yapımında birçok mimar ve heykeltıraş görev almış. Salgın Avrupa'nın farklı yerlerinde çeşitli tarihlerde baş göstermiş olup Viyana’da 1679 - 80 yıllarında 75 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuş.

Burdan ayrıldıktan sonra hemen arkasındaki sokaktan Mozart Haus'u da görüp yürümeye devam ettik. Amacımız ilk yarım günümüzde önemli yapıları hızlıca görüp bitirmek ve biraz şehir havası solumak, ikinci tam gün de saray keşiflerine başlamaktı. İlk gün dışarıdan gördüğümüz yerler sırasıyla; Michaelerplatz, Hofburg İmparatorluk Sarayı, Ausseres Burgtor, Maria-Theresien Platz, Naturhistorisches Museum, Kunsthistorisches Museum, MuseumQuartier, Volkstheater, Staatopern, Parlament Rathausplatz ve Universitaet Wien.

Hofburg Sarayı

Habsburg hanedanının kışlık sarayı olan Hofburg (Viyana Kraliyet Sarayı), I. Dünya Savaşı sonuna kadar Avusturya hükümdarlarının merkezi durumundaymış. Saray, 13.yy'dan beri tarih boyunca Kutsal Roma İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından kullanılmış. Son olarak Avusturya İmparatorluğu döneminde Elizabeth (Sisi) ve Franz Joseph'in yaşadığı saray olmuş.

Hofburg Sarayı 3 kısımdan oluşuyor: İmparatorluk Daireleri, Gümüş koleksiyonu ve Sisi müzesi. Hem Hofburgu hem de Schönbrunn'u Grand Tour şeklinde gezecekseniz 29.90 eur'ya "Sisi Ticket" alabilirsiniz. Böylece toplamda 1,5 euro kara geçip büyük bir ekonomi yapmış olacaksınız :)

Görmediğim bir yer hakkında fazla yorum yapmak istemem. Bloglardan okuduğum kadarıyla içeri girdiğinizde hanedanlığa ait odaları, Sisi'nin kişisel eşyalarını ve zamanında sarayda kullanılan mutfak eşyalarını görebiliyor; ücretsiz olarak Türkçe sesli rehberden de yararlanabiliyormuşsunuz.

Tabii bu sırada saat olmuş akşam 5.. Ticket office zaten 4.30da kapanmış. Çaresiz kendimizi Belvedere ve Schönbrunn'a sakladık ve bu devasa yapıyı sadece dışarıdan görüp yürümeye devam ettik..

Staatsoper

(Dikkat dikkat! Bu bölümle alakalı yazı tostos yazarımız Helin Yalçın'a aittir. Biz operaya gidemesek de buradaki atmosferi es geçemeyeceğim için anlatımı kendisine bıraktım..İyi okumalar :)

Mozart tınılarının her köşeye yayıldığı ve müziğin kalbinin attığı Viyana’da olmazsa olmazlardan biri de bence operaya gidip o havayı solumak.. Burada gittiğiniz yerin Staatsoper olmasına dikkat edin, çünkü Stephansplatz'da Mozart peruğu ile dolaşıp Viyana'daki diğer küçük salonların konser biletini satmaya çalışıyorlar. Kanmayın!

Seyahate çıkmadan önce yapmanız gereken şey çok basit; Wiener Staatsoper’in resmi sitesinden "https://www.wiener-staatsoper.at/en/staatsoper/the-opera-house/" etkinlik takvimini açın ve gideceğiniz tarihlere denk gelen etkinliklerden birini seçin. Fiyatlar koltuk lokasyonlarına göre değişiyor. Mesela biz gittiğimizde (sene 2014) bilet fiyat aralığı 12 euro ile 294 euro arasında değişiyordu. Balkon tarafından sahneye yaklaştıkça fiyatlar yükseliyor. Biz en üst localara ait 12 euroluk biletlerden almıştık. Sahne birazcık uzak kalsa da Viyana ‘da opera izleme şerefine nail olmuştuk ya, bu kadarı bile yetti :) Wiener Staatsoper Viyana’nın Opernring bulvarında bulunuyor. Buraya şehir merkezinden yürüyerek çok rahatlıkla ulaşabilirsiniz ayrıca önünde tramvay hattı da var.

Binanın orijinal yapısı 1869 yılından beri korunmuş ve günümüzde yılda yaklaşık 350 etkinliğe ev sahipliği yapıyormuş. Ön tarafında durup kafanızı kaldırırsanız iki tane kanatlı at göreceksiniz. Bu atlar Yunan mitolojisinde müzik ve aşk şiirlerinin ilham perisi olarak kabul edilen Erato’nun atları.. Kafanızı biraz aşağıya indirdiğiniz anda beş adet bronz heykelle karşılaşacaksınız. Bu heykeller soldan sağa kahramanlık, trajedi, fantezi, komedi ve sevgiyi temsil ediyormuş. Binanın yan tarafındaki çeşmenin üstündeki heykeller ise bana çok farklı duygular hissettirdi. Aşk, hüzün, dans, eğlence, sevgi, intikam ,sürpriz..Viyana Opera binası, daha içeri girmeden beni bambaşka dünyalara götürdü. Opera öncesi “acaba içerde beni neler bekliyor?” diye resmen heyecanlandım..

Dışı bu kadar övgüyü hak eden binanın içi nasıl olur tahmin edin! Girer girmez kırmızı, altın ve fildişi renklerinin bu kadar ahenk içinde kullanılmış olmasına hayran kaldım. Tavan resimleri, loca katlarındaki işlemeler, kristal camdan yapılmış şaşaalı avize ve daha pek çok detayı defalarca "like"lamak istedim :) Bizim geldiğimiz tarihlere denk gelen etkinlik "L'elisir D'amore" (Aşk İksiri) operasıydı. Girişte opera kitapçığını edinebiliyorsunuz. Dil konusuna sakın takılmayın, çünkü her koltuğun önünde simultane çeviri yapan ekranlar var. İzlediğimiz operanın dili latinceydi ama çeviri sayesinde anlamakta hiç zorluk çekmedik. Gösteri bitiminde kimse çıkmak için kapıya koşuşturmadı! Aksine herkes gayet sakin bir şekilde vestiyere verdikleri palto ve eşyalarını alıp salonu terketti. Elveda sevgili opera binası..İnşallah tekrar görüşürüz :)

  Maria Theresien Platz

Ortasında 1888 yılından kalma Maria Theresa heykeli bulunan, Kunsthistorisches Museum ile Naturhistorisches Museum arasında kalan bohem ruhlu meydan.. İki müze arasındaki mesafe oldukça fazla olduğu için alan çok ferah. (yapıların ve sokakların arasında nasıl boşluk bırakılır ve nasıl meydanlara kavuşuluru Avrupa'dan acilen öğrenmeliyiz) Aralarındaki bahçe ve heykelle birlikte bütünlük tamamlanıyor. 1,5 günlük Viyana gezimizin en keyifli molasını burada verdik diyebilirim. Sesi pek hoş genç bir kadın ve beraberinde 4 erkekten oluşan müzik grubunun söylediği şarkıların da etkisi büyük tabii. O zaman alın size belgesi :)

Gittiğinizde aynı grubun denk gelmesi çok güç ama bizim gibi güneşli bir havaya denk gelirseniz tavsiyem, çimlere oturun ya da heykelin bir ucuna tüneyin ve meydanda sizin gibi oturan sohbet eden insanları gözlemleyin.. Hatta daha da coşayım Toscanello eşliğinde anı ölümsüzleştirin bizim gibi :) Burdan aldığınız enerji ile MuseumsQuartier'e doğru yürümeye devam edin ki iyice keyfiniz yerine gelsin.

Museumsquartier Wien

1998 yılında eski kraliyet atlarının yetiştirilip bakıldığı kompleksmiş MuseumsQuartier. Şimdi ise 20yi âşkın kültürel mekana sahip, aynı zamanda iç avlusunda restoran ve kafeleri barındıran benim tabirimle dörtbaşı müzeyle sarılı sosyo-kültürel bir alan. Avrupa'nın en kapsamlı ve modern çağdaş sanatlarını bulabileceğiniz Mumok, en geniş Egon Schiele koleksiyonuna sahip Leopold Museum, çocukları müzeyle tanıştıran ZOOM Kindermuseum ve butik tasarımları geçici sergileriyle uygulamalı çağdaş sanatlar merkezi olan Quartier21 de burada.. Ayrıca tüm bu müzelerin ortasında yer alan ana avlu, geometrik şekilli rengarenk koltuklara sahip..Bu koltuklarda oturan, müze çıkışı vakit geçiren gençleri kıskanmadım desem yalan olur :) Yine bu avluda Viyana'nın en büyük açık hava festivalleri düzenleniyormuş, ne kadar şahane..

2.GÜN

Belvedere Sarayı

Geldik 2. güne ve başladık saray turlarına Belvedere Sarayı’yla.. Viyana’nın 24 saat geçerli ulaşım kartından yararlanıp D nolu tramvaya atladık ve Belvedere'nin önüne kadar geldik. Sarayın kapısından içeri girdiğimizde etrafımızı saran ağaçların ve ortasında havuzun olduğu bir alanla karşılaştık, sonrasında bilet satışa doğru yürüdük. Bu saray, Osmanlılarla savaşan Savoy Prensi Eugene’e Viyana Kuşatması’ndaki başarılarından ötürü Habsburglar tarafından hediye edilmiş. Barok tarzda yapılan saray iki bölümden oluşuyor: Yukarı Belvedere ve Aşağı Belvedere.

Dünyaca ünlü Avusturyalı Gustav Klimt’in en geniş koleksiyonu buradaymış. Klimt’in eserleri gibi kalıcı sergilerin olduğu tarafı görmek için Yukarı Belvedere bölümüne bilet almanız gerekiyor. Aşağı kısımda ise geçici sergiler oluyormuş. Bizim buraya gelmedeki başlıca amacımız Gustav Klimt’in “Kiss” ini ve diğer eserlerini görmek olduğu için Yukarı Belvedere bileti aldık (fiyat:15 EUR), meğer içerde başka tatlış sürprizler de varmış. Öncesinde hiç tanımadığımız bir ressam olan Alfred Wickenburg ile tanıştık ve eserlerini, renkleri kullanışını çok sevdik.. Tarzı biraz Picassoyu andırıyor.

Sergide asılı hoş bir sözü var; “Kunstwerke sind wie Könige: man muss warten, bis sie einen ansprechen.” Yani; Eserler krallar gibidir, siz onlara cevap verene kadar beklemeliler. Mütevazı duruşu eserlerine ve diline yansımış.. Yine burda tanıdığımız Egon Schiele ise hafif kaçık bir ressam belli ki :) Genellikle kırılgan ve hüzünlü suratlara sahip portre çalışmaları mevcut. Eserlerinde kullandığı çoğu figürde keskin hatlarla gözlere vurgu yapmış ve resimlerinde hep bir orantısızlık var. Ama ben bu orantısız hali beğendim ve kendisine yakıştırdım.

Belvedere’deki en ilginç hatta Viyana ruhuna en aykırı çalışma ise Franz Xaver Messerschmidt’in kafa heykelleri.. Viyana ruhuna aykırı diyorum çünkü şehrin tamamına sinmiş saray havası, klasik müzik etkisi ve aşırı sakin sokakları “mükemmellik budur!”(?) diye bağırırken, bu heykeller tam bir “isyaaan” halinde :) Olabildiğince saf haliyle insanın değişkenliğini, hüznünü ve şaşkınlığını kısacası varoluşun tüm çalkantılarını yansıtan gerçek figürler olduğu için ben çok sevdim (aşağıda görüldüğü gibi şekil 1A :))

Adamın hikayesi de ilginç.. Messerschmidt önceleri kraliyet için önemli kişilerin büstlerini yapıp akademide ders veren biriymiş. Aniden şehri terk edip birkaç sene Almanya’da yaşadıktan sonra Bratislava’da küçük bir kasabaya yerleşmiş. Bu süreçte varını yoğunu satarak sade bir yaşantıyı seçen Messerschmidt’in tek uğraşı, insan yüzünü 64 farklı şekilde ekşittiği Character Heads adlı bu heykel serisi olmuş..Gidin kendiniz görün işte daha ne diyim :)

Saraydan çıktıktan sonra merdivenlerden inerken yine bir havuz görüp (tabii biz gittiğimizde tadilattaydı, ancak hayaliyle yetindik) geniş bir bahçe düzenlemesinin içinden geçtik. Etrafımızda aslan gövdeli, insan başlı sfenks heykelleri vardı. Bunlar gücü ve zekayı simgeliyormuş. Gerek sarayın iç kısmı gerekse dışındaki bahçe düzenlemeleriyle bana kalırsa Belvedere daha çok müze tadında, Schönbrunn’un saray havasını yansıtan odaları ve bahçeleriyle kıyaslanmaz bile..

Schönbrunn Sarayı

Saray cenneti olan Viyana'da "Viyana'nın Versailles'i" olarak anılan Schönbrunn sarayı bunların en başında geliyor bana kalırsa. Hanedanın kışlık sarayı Hofburg şehrin merkezindeyken Schönbrunn biraz şehrin dışında kalıyor ama inanın o yolu gittiğinize değiyor. U4 hattı metroyla Schönbrunn durağında inip 5-10 dk yürüdükten sonra saraya ulaşmış oluyorsunuz.

Schönbrunn ismini bölgedeki güzel bir pınardan almış. Öncesinde av köşkü olan bu bölge I.Leopold’un 1695 yılında Fischer’den Barok bir saray tasarlamasını istemesiyle imparatorluk ailesinin yazlık sarayı haline gelmiş. Avusturya İmparitoriçesi Maria Theresa’nın 1744-49 yılları arasında Nikolaus Pacassi’yi görevlendirmesiyle heykelleri, simetrik mimarisi ve süslenmiş bahçeleriyle son halini almış. Sarayda toplamda 1441 oda bulunuyor. ‘Ben az bi saray havası alıp çıkıcam’ diyenler için Imperial tur 28 oda ile ideal :) Ama yok ‘Onca yolu ben saray görmek için geldim’ diyorsanız 40 odalı Grand tur’u alıp Maria Theresa’nın odasına girme şerefine nail olacaksınız :) Biz kısıtlı zamandan ötürü sadece Imperial tur satın aldık. Biletin fiyatı:14.20 EUR. Dolayısıyla size Palm Haus, Orangery Garden ya da Maze şöyle yeşildir böyle kaybolursunuz labirentte diyemiyorum :)

Tur biletlerine dahil olan audio guide’ın türkçe dil seçeneğinin olması enfesti. İngilizce bi yere kadar, kendi dilinizde dinleyince kelimelere odaklanmak yerine atmosfere odaklanıyorsunuz ve tabii ki çeviri doğruysa anlatılanları daha doğru anlıyorsunuz :) Hele ki Elizabeth ile Franz Joseph’in davetlilerini ağırladığı, hatta Mozart’ın daha 6 yaşındayken konser verdiği odadayken türkçe audio guide ve fonda Mozart’ın eseri sayesinde resmen o anı yaşadım diyebilirim..

Ah Sis ah, sen ne sade ve özgür ruhlu bir imparatoriçeymişsin..Elizabeth (nam-ı değer Sisi); saray hayatına ayak uyduramamış, şatafatlı yemeklerde oturmak yerine odasında olmayı tercih eden, incecik formunu koruyan, modaya düşkün ama eşinin ona olduğu kadar düşkün olmayan ve evlilik hayatını reddeden bir kraliçe imiş. Oğlu veliaht prens Rudolph'un intiharı sonrası giydiği siyah ağırlıklı kıyafetlerle iyice melankolik bir hale büründüğü anlaşılıyor. 1898 yılında suikaste kurban giden Sisi hakkında birçok film çekilmiş hatta romanlara konu olmuş, gitmeden izlemekte fayda var. Franz Joseph ise; karısına aşık, her sabah 4’de uyanan, son derece çalışkan, gösterişten uzak çalışma ve yatak odasıyla bir kraldan beklenenden daha asil ve sade bir kralmış..

Sarayın çiçek düzenlemeleri, gül bahçesi ve alabildiğine uzun ağaçlı yolları ise bir harika..Tamamını gezmeye kalksanız 1 günü rahatlıkla alır çünkü kapladığı alan 500 hektar. Biz de burada yarım günümüzü geçirdik. Sarayın içindeki gezimiz bitince bu yollarda yürüdük, Neptün Çeşmesi'ne gittik bıraz ıslandık. Ardından Schönbrunn Gloriette'ye doğru tırmandık. Onun hemen altındaki çimlerde oturup saraya karşıdan baktık. Biz böyle oturmuşken sarayın yeşil yollarında kimbilir kaç kişi koşuyor, kitap okuyor, rutin haftasonu keyfi yapıyordu..Öyle de halka açık bir saray hayal edin işte..Bu tablo karşısında sinirimiz bozuldu kabul ediyorum. O yüzden saatler 6 olmadan ve biz aç biilaç balkabağına dönüşmeden tek tesellimiz olan Figlmüller'e doğru yol aldık :)

Hundertwasserhaus

Kaldığımız yer Hundertwasserhaus evlerine çok yakın diye konaklama kısmında bahsetmiştim. Viyana'da yapılacaklar çok zaman az olunca burayı son saatlere bıraktık. Aynı gün Prag'a geçeceğimizden eşyalarımızı da yanımıza alıp sabahın köründe yola çıktık, bir yandan iyi oldu etraf sakinken enteresan kareler çıktı. 1,5 sene önce Stuttgart'a iş ziyaretinde Hundertwasserhaus evlerini gezme şansım olmuştu. Plochingen kasabasındaki Schurwald Hotel'de kalmıştım ve bu evler otele yürüyüş mesafesindeydi. O yüzden Viyanadaki ziyareti Bay Tarduş için yaptık desem, buna ben bile inanmam :)

Stuttgart'daki Plochingen ve Viyana'daki Landstrasse dışında 3 farklı yerde (Alsergrund, Darmstadt ve Magdeburg) daha bu evlerden varmış. Evlerin tasarımı, ruhsuz gördüğü modern mimariye adeta darbe yapmak isteyen Avusturyalı sanatçı-ressam Friedensreich Hundertwasser'a ait. Çoğu insanın bu tip evlere referans olarak gösterdiği Landstrasse'deki belediye apartmanı bloğunu 1985 yılında tasarlamış. Aslında yapının mimarları Profesör Joseph Krawina ve Peter Pelikan'mış ve bu evler için hiçbir ücret almamışlar. Onlara göre çirkin bir yapı görmektense estetik yapının olması daha iyiymiş ve bunun bedeli olmazmış..Ne kadar enteresan düşünceler, hiç alışkın değiliz :)

Evlerin tam karşısında bulunan Hundertwasser Village'da evlerle alakalı hediyelik eşyalar satılıyormuş, biz tabii açılış saatinden erken gelince göremedik. Ayrıca evlere birkaç dakika uzaklıktaki "Kunst Haus Wien" nin tasarımcısı da yine Hundertwasser imiş. Burada belli aralıklarla sergiler düzenleniyormuş, vaktiniz olur da ilgilenirseniz bir göz atarsınız.

NE YEDİK NE İÇTİK?

Kalış süresi kısa olunca yediğimiz öğün sayısı da az oluyor haliyle..Elbette ki bu durum gurme yorumlar yapmayacağım anlamına gelmiyor :)

Çıtır çıtır Schnitzel için Figlmüller: Zamanınız varsa bizim gibi Viyana gezisinden 1 ay önce Figlmüller'in ilk şubesi Wollzeile'deki restaurantına online rezervasyon yaptırın. Bæckerstrasse'de bir şubeleri daha olmasına rağmen yoğunluktan dolayı içeriye alınmama ya da 1 saat hatta daha fazla bekleme riskiniz var. Rezervasyon için: https://www.figlmueller.at/en/figlmueller-wollzeile-en.html

Lezzet konusuna gelince; biz hem Domuz şnitzeli hem de tavuk şnitzeli sipariş verdik. Tavuk şnitzeli Türkiye'dekilere kıyasla güzel olsa da kesinlikle domuz şnitzeli çook daha başarılı. Ayrıca sunumları da farklı. Tavuk olan 2 büyük parça halinde geliyorken, domuz şnitzeli tabağın boyutundan da büyük bir yuvarlak halinde ve çok daha incecik çıtır çıtır servis ediliyor..Yanına ekstra ücret karşılığı Viyana'ya özgü patates salatası alabilirsiniz.

1 porsiyon domuz şnitzel: 14.90 eur

1 porsiyon tavuk şnitzel: 12.50 eur

Bira tadımı için Salmbræu:  Belvedere Sarayı'nın hemen çıkışında yer alan, lokallerin takıldığı sevimli bir mekan Salmbræu. Saray turu sonrası acıkanlar için ideal bir durak diyebilirim. Burdaki tercihimiz tavuk schnitzelden yana oldu, yanında bir de Viyana usulü patates salatası getirdiler. Porsiyonları doyurucuydu ve Figlmüller'deki kadar olmasa da lezzet olarak başarılıydı.  Buraya özgü 5 farklı birayı tadımlık olarak servis ediyorlar, biraseverler mutlaka denemeli. Ayrıca mekanın içinde yer alan bronz renkte bira yapma düzeneği de görülesi.

1 porsiyon tavuk şnitzel: 11.40 eur

5 li bira tadımı: 7.90 eur

Sacher Torte pişmanlığı için Sluka Kærntner Strasse: Viyana'da tatlının tek adresi dedikleri Demel'e akşam 8'e doğru gidebildik ancak kapattıklarını ve paket olarak bile tatlı veremeyeceklerini söylediler :( Bunun üzerine Gerstner K.u.K Hofzuckerbæcker'ı ararken bulduğumuz ilk yer Sluka oldu. Nasıl olsa Viyana'dayız, bir Sacher ne kadar farklı olabilir ki diye düşündük. Yedikten sonra anladık ki, ya biz gerçek bir Sacher torte yemiyoruz ya da bu tatlı çok abartılmış aslında sadece kayısı marmelatlı kakaolu bir kek..Siz en iyisi Demel'e vakitlice gidin ve yerinde yiyip karar verin :)

(Not: Bir blogda Apple Strudel'in Prag'da Nazım'ın kafesi Cafe Slavia'da daha iyi olduğunu okumuştum. Bu yoruma hemen inandım ve Viyana'da yemedim :) Vaktiniz varsa Viyana'da da yiyin ki kıyaslayabilin. Ama Prag'da yemiş biri olarak Apple Strudel'den çok keyif aldığımı söyleyemeyeceğim. İçerisi üzüm, elma parçaları ile dolu olduğundan bana ağır geldi)

Tarihi ambiyansta tatlı ve müzik keyfi için Cafe Central (kuruluş yılı 1876):  Viyana gezim boyunca en keyif aldığım cafe..İçeriye girer girmez sarayı andıran yüksek tavana, büyük avizelere, duvarda asılı resimlere bakıp kafede olduğunuzu unutuveriyorsunuz. Hemen kapının önünde sizi karşılayan minik ama göz dolduran tatlılarla kendinize geliyorsunuz.  Ben "Nuss Kuss" (türkçesi 'Fındık öpücüğü') yerken Bay Tarduş da "Topfentorte" (yani 'krem peynirli kek') denedi. Yanında da yumuşak içimli Wiener Melange içtik. Topfentorte de fena değildi ama ben Nuss Kuss'a bayıldım. İsmi gibi yediğiniz şey sankii çikolataya konmuş fındık öpücüğü :) Viyana klasiklerinin dışına çıkmak istiyorsanız mutlaka deneyin.

Nuss Kuss: 4.60 eur

Topfentorte: 4.40 eur (Cheesecake'e benzer bir tatlı. Karaköyde standart bir cheesecake fiyatının 20tl olduğunu düşünürsek, bu ambiyansa göre fiyatlar çok uygun)

Wiener melange: 4.70 eur

Sabahları sıcacık kruvasan, vegan brötchen ve daha nice tatlış hamurişleri için tek adres ANKER. Kuruluş yılı 1891 olan kokusuyla Viyana'yı sokak sokak donatmış bir fırın o. İçerisinde hamurişinin her türlüsü mevcut. Starbucks modeli kocaman boy take-away kahveleri bile var, tadı da gayet yerinde..2-3 eur'ya hamurişi 4-5 eur'ya büyük boy kahve alabilirsiniz. Viyana'da Ströck diye bir unlu mamüller markası daha vardı ama malzeme kalitesi ve lezzet konusunda Anker'i tek geçerim.

NE HARCADIK?

  • Viyana ulaşım kartı (24 saat geçerli): 7,6 eur
  • Budapeşte - Viyana otobüs bileti: 10,5 eur
  • Konaklama airbnb çift kişi gecelik: 39 eur
  • Upper Belvedere bileti: 15 eur
  • Imperial Tur Schönbrunn bileti: 14.20 eur
  • 2 kişi günlük yeme-içme ortalama: 60-70 eur

KAÇININ?

  • Mozart peruğu ile küçük salonda konser bileti satanlardan,
  • SLUKA'da Sacher torte yemekten,
  • Figlmüller'de tavuk şinitzel yemekten (kesinlikle domuz şinitzel yiyin) kaa-çı-nıın!!

NELERE BAYILDIK?

  • Cafe Central'deki "Nuss Kuss" tatlısına ve mekanın tarihi havasına,
  • Viyana usulü 9 kat "Manner" gofretine,
  • Figlmüller'deki domuz şinitzele,
  • Anker'deki taze hamurişlerine,
  • Salmbræu'daki lokal lezzetlere,
  • Schönbrunn sarayının misafir salonuna ve sarayın tepeden manzarasına,
  • Belvedere'de Wickenburg'un eserlerine, Messerschmidt’in kafa heykellerine,
  • Museum Quartier'deki geometrik koltuklara,
  • Maria Theresien Platz'ın atmosferine baa-yıl-dıkk :)

FOTOĞRAF GALERİSİ

[gallery columns="5" size="large" link="file" ids="561,559,558,557,556,555,554,553,552,551,550,549,548,547,546,545,544,543,542,541,540,539,537,536,535,534,533,532,531,613"]

Nice Gezi Rehberi - Nice is nice!

OKUYUCU İÇİN NOTUMUZ: NİCE GEZİMİZİ AĞUSTOS 2017 TARİHİNDE GERÇEKLEŞTİRDİK.

Nice is nice!

Nice’e gelip burayı gezdikten sonra,  bu espiriyi yapmayanları dövüyorlarmış!:)

Kıyı şeritlerine değişik isimler koymayı pek seven Fransızlar denizin renginden dolayı bu bölgeye “Cote d’Azur” demişler.Bu da “gök mavisi kıyı” anlamına geliyor. Cote d’ Azur, adını ünlü şair Stephen Liegeard’ın 1887’de yayımlanan La Cote’d Azur adlı kitabından almış.Şair burasını öyle bir tasvir etmiş ki bu tarihten sonra herkes burayı keşfetmek için birbiri ile yarışmış. Efsaneye göre de bu kıyı şeridini ilk keşfeden Hercules ‘miş aslında; hatta kendisinin Villefranche-Sur-Mer limanını kendi çıplak elleri ile oluşturduğuna inanılıyor ki gerçekten efsaneymiş!

Fransız Rivierası’nın ( Fransız kıyı şeridinin) hala sınırları net olmamakla birlikte, Stephen Liegard kitabında Genova sınırından Hyeres’e uzandığını belirtmiş. Bugün ise Fransa’nın Cassis’inden İtalya sınırındaki Menton’a uzandığı söyleniyor. Bu kısım muamma olarak şimdilik burada duradursun, hem fikir olunan birşey var ki o da Nice’in bu bölgenin merkezi olarak görüldüğü!

Nice ilk defa Antik Çağda Marsilya’yı kuran Yunan Denizciler, (o dönemin Foçalıları!) tarafından keşfediliyor, tarih M.Ö 350!İşte Ege insanı nasıl da güzel bulmuş nasıl da güzel keşif yapmış😊 Bu başarılarını zafer tanrıları Nikaia’ya (bizim bildiğimiz Nike) adıyorlar ve O’ndan esinlenerek şehrin adını Nice (Nicaea) koyuyorlar. Uzun yıllar İtalyan ve Fransız hakimiyetinde gidip gelen Nice en sonunda Provence’in hükümdarlığı altında kalıyor. İlk keşfedildiği zamanlar kış için tercih edilen canımmmmm Nice, yıllar geçtikçe yazın vazgeçilmez lokasyonlarından biri oluveriyor!

NASIL GELDİK, NEREDE KALDIK?

Biz Nice’e Paris’den 1 saat 10 dakika süren uçuşla gelmeyi tercih ediyoruz. Gelirken de en ucuz havayolu şirketlerinden biri olan easy.jet’i kullanıyoruz. ( Bu havayolunun  ucuz biletleri sabahın en erken saatlerinde oluyor ve bazen bir gece havalimanı konaklaması gerektirebiliyor). Easyjet uçakları Paris’de Orly Havalimanı’ndan kalkıyor. Nice’de zaten tek bir havalimanı bulunuyor ki o da denizin doldurularak yapıldığı ve adını bölgeden alan Cote’d Azur Havalimanı.

Kısa ve rahat bir yolculuk sonrası Nice’deyiz. Şehir merkezine otobüs ile gitmeyi tercih ettiğimiz için havalimanı önünden kalkan servis ile otobüs garına gidiyoruz.Bu servisler havalimanı ve otobüs garı arasında ücretsiz olarak hizmet veriyor. Otobüs garından kalkan 98 nolu otobüsler Nice’in şehir merkezine geliyor. Otobüse atlayıp eve en yakın gözüken durakta iniyoruz. Ancak indiğimiz durak hala eve biraz uzak gibi gözükünce ve herhangi bir toplu taşıma göremeyince o noktadan taksiye binmeyi tercih ediyoruz. Ve daha iner inmez taksici kazığını yediğimizi anlıyoruz! aslında taksi yurtdışında en son kullanacağımız araçtır; ancak bu sefer 2 yaş altı bir bebe, 60 yaş üstü bir babaanne ,40 derece sıcak, 3 nispeten ağır seyahat çantası, bebek arabası bileşenleri bizi buna mecbur ediyor, daha fazla direnemiyoruz😊Tadımızın kaçmasına izin vermeden kalacağımız eve ulaşıyoruz, ikinci hezimeti de kalacağımız air.bnb evinde yaşadıktan sonra kendimizi sokaklara atıyoruz!

Kaldığımız evden de kısaca bahsedecek olursak, ev her yere yürüme mesafesindeydi, eski şehire, meydanlara, tren garına, liman bölgesine, Modern Sanatlar Müzesi’ne (Musee d’Art Moderne et d’Art Contemporain)...v.s.Evin adı Irıs Villa olarak geçiyor ve içinde yaklaşık 30 daire var. Ev, ya da oda demek daha mantıklı sanırım; öncelikle inanılmaz nem kokuyordu. Oda kot farkından zemin gibi kaldığı için pencereleri de dolayısı ile havalandırma penceresi gibiydi. Ama pencerelerde hiçbir koruma ya da perde olmadığı için Nice’in o sıcağında geceleri pencereyi açamıyor olmak büyük sıkıntıydı. Sürekli dışarıda olacağımız için çok fazla dert etmedik aslında, fiyatı da Nice standartlarında inanılmaz uygundu; Şöyle söyleyelim orada tanıştığımız Türk bir çift bizim toplam  verdiğimiz konaklama bedelinden  daha fazla parayı tek gece konaklama için vermişler! Eve bakmak isterseniz:

https://www.airbnb.com.tr/users/show/70300439

NASIL GEZDİK?

1.Gün

Evden mayoları giyip çıkıyoruz. Nice tam bir sayfiye yeri modunda, geniş kaldırımlar, palmiye ağaçları, büyük bahçeli siteler, adımbaşı muz ağaçları... Zaten evlerin mimarisinden bir dönemler İtalyanların hükümdarlığında kaldığı hemen anlaşılıyor, işte kültür mozaiği denilen şey de böyle oluşmuş oluyor!:)

On beş dakikalık yürüyüşümüz sonrası Jean Medicin  Avenue’ye ulaşıyoruz. Burası Nice’in ana arteri gibi bir cadde, dönüp dolaşıp buraya çıkılıyor.Tramvay yolu da zaten bu caddenin üzerinden geçiyor. Sağlı sollu pek çok mağaza, market, eczane, take-away cafeler bu caddede bulunuyor.  Bu caddeden sahil tarafına doğru yürümeye başlıyoruz ve ilk durağımız Massena Meydanı!

Massena Meydanı, adını orduya katılana kadar oldukça ilginç ve renkli bir yaşama sahip olan Andre Massena’dan almış. Andre Massena’nın yaşamı bir hayli ilginç; genç yaşlarında miçoluk yapıyor, sonra kaçakçılık işlerine falan karışıyor. En sonunda orduya katılıyor ve özgüveni sayesinde çok hızlı bir şekilde bölge generalliğine kadar yükseliyor. Fransa’da Mareşal rütbesini alan ilk on sekiz askerden biri kendileri!Massena Meydanı, Andre Massena’nın resmen özgür ve renkli ruhunun yansıtıyor...

Meydanın etrafını eski ama çok bakımlı binalar çevreliyor ve hepsinin ilginç bir şekilde panjurları aynı renk; hem de tam Nice’in turkuaz denizini yansıtan renk!Meydanın zemini göz zevkini hiç bozmayacak şekilde simetrik karolar şeklinde döşenmiş. Meydanda yedi tane uzun direk bulunuyor ve bu direklerin üzerinde dizlerinin üstüne çökmüş adam heykelleri mevcut.Her biri farklı kıtayı yansıtan bu heykellerin toplumlar arasındaki iletişimi, fikir alışverişini, sinerjiyi canlandırmak için yapıldığı söyleniyor. Biz, heykellerin diz çökmüş olmalarını da birbirine saygı duymak ile bağdaştırdık; yorum sizin  tabii! Gece renkten renge giren heykeller, Nice’in göz alıcı simgelerinden biri olmayı da kısa zamanda başarmışlar zaten...

Sahile doğru yürümeye devam edip Fontaine du Soleil’i ( Güneş Çeşmesi) görüyoruz. Çeşmenin ortasında devasal bir Apollo Heykeli bulunuyor, ki söylenene göre yedi ton çekiyormuş! Ahh bu ağırlığına rağmen Apollo heykeli, ne badireler atlatmış, neler yaşamış,(!)bir bilseniz...Hikayesi gerçekten çok ilginç olduğu için anlatmadan geçemeyeceğiz:

Apollo Heykeli, gezegenleri ( Merkür,Venüz,Dünya,Satürn, Mars) simgeleyen heykellerin ortasına konulduğunda Nice halkı ayaklanıyor.Apollo’nun kafasında taç gibi oluşturulmuş dört atlı arabanın çok saçma olduğunu ve bu tacın o dönemlerin en meşhur arabalarından biri olan dört çekerli  Renault 4CV’nin reklamını yapmak için tasarlandığına inanıyorlar.Koskoca tanrıçanın düştüğü hallere bak diye kendilerini yiyorlar!:) Bu tartışma bir şekil kapanıyor, ama Apollo’nun çilesi bitmiyor.Bu sefer de çıplaklığı ile ilgili muhafazakar kesim tartışmaları başlıyor. Heykelin cinsel organı resmen Nice’de olay oluyor.Bu tartışmalara daha fazla dayanamayan heykeltıraş eline çekiç ve keskiyi alıyor, başlıyor meydanın ortasında heykelin cinsel organını küçültmeye, şaka gibi değil mi!Öncesinde “dört atlı” diye heybetli bir ismi olan heykel, dalga konusu oluyor.Bu saatten sonra halk arasında “bakire” denilmeye başlanıyor😊Ama özellikle Nice’in muhafazakar bayanları için bu girişim de yetersiz kalıyor, çünkü heykel hala çıplak! Daha fazla çıkan tartışmalara, gösterilere dayanamayan belediye, heykeli demonte ettiriyor ve belediye binasına taşıtıyor. Apollo’nun çilesi burada da bitmiyor.Belediye binası da uğrak bir yer olduğundan burada kalması da uygun bulunmuyor ve en son şehir dışındaki stadyuma götürülüyor. 30 yıl dile kolay 30 yıl  heykel burada kalıyor.Hey gidi Apollo heyyy! Sen bu hallere nasıl düştün ya! 2007 yılında bir gazeteci Güneş Çeşmesi’nin talihi ile ilgili bir makale yazıyor ve kamuoyu bu konu ile yeniden ilgilenmeye başlıyor. Aradan geçen otuz yıl da pek çok şeyi sindirdiğinden Apollo heykeli layık olduğu yere Güneş Çeşmesi’nin tam ortasına tekrar getiriliyor ve 2011 yılından beri şehrin merkezinde yer alıyor.

Diren Apollo ve inşallah uzun yıllar daha olduğun yerde kal!:)

Çeşmenin etrafında biraz takıldıktan sonra  sahile varış yapıyoruz.Çok meşhur Promenade des Anglais’deyiz. O kadar uzun bir sahil ki ucu bucağı yok diyebiliriz.Hemen bu yolun alt tarafında plajlar bulunuyor. Sahil yolu yürüyüşümüzü akşama bırakıp, kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atıyoruz diyeceğim ki kum diye bir olay yok!:) Sen bu kadar güzel, mis gibi turkuaz denize sahip ol, bir kum plajın olmasın Nice, reva mıdır bu sana? Plajlar hep taşlık, ayakkabı olmadan sahile inmek için yürümek büyük başarı!Size tavsiyemiz deniz ayakkabınız olmadan plaja gelmeyin bir de boşuna beach-clublara para bayılmayın, halk plajları da mis gibi😊 İşte nihayet Cote d’Azur denizindeyiz. İki yaş altı bir böcüş için bizim girdiğimiz gün deniz biraz fazla dalgalıydı ama her zaman tabii ki böyle olmuyor. Sıcacık ve tertemiz denizine kendimizi bırakıp Nice’in bir zamanlar neden paylaşılamadığını bir kez daha anlıyoruz.

Denizde akşamüstünü ettikten sonra eve dönüp çok hızlı bir şekilde günlük ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Yürüyerek Jean Medicine Caddesi’nden sahil yolu Promenade des Anglais’e kendimizi atıyoruz.

Promenade des Anglais çok uzun ve geniş bir sahil yolu, Nice’deki hayatın da merkezi. Bu kadar aktiviteye ev sahipliği yapan başka bir sahil yolu var mıdır, bilemiyoruz.Burada herşey, her aktivite mevcut, jimnastik yapanlar, koşanlar, gezintiye çıkanlar, oynayan çocuklar, paten kayanlar, bisiklete binenler, müzik resitali verenler, işportacılar, yok yok yani! Tüm aktiviteler için de uygun alan yaratılmış; çok gezdiniz oturmak mı istiyorsunuz, Fransız Rivierası’nın simgelerinden olan mavi sandalyeler denize karşı sizi bekliyor, koştunuz iyice terlediniz gölgede dinlenmek mi istiyorsunuz sizi özel üst tarafı kapatılmış ve altlarına banklar konulmuş alana alalım; bisiklet binmek en büyük keyfiniz mi buyrun o zaman bisiklet yoluna!

Aslında şehre ilk gelen İngilizler Nice’i kış mevsimi için tercih ediyorlarmış. Mis gibi havası, sakinliği tam O’nlar için biçilmiş kaftan, ancak bir sorunları var. Gezintiye çıkarken ya da kiliselerine giderken hep denizden uzak yollardan gitmek zorunda kalıyorlar. Ve hemen toplanıp deniz kenarına bir yol yapalım diye kararlaştırıyorlar. Tabii bu fikirleri Nice halkı arasında önce pek iyi karşılanmıyor. Savaştan çıkmış halk zaten ekonomik açıdan çökmüş, ne gerek var böyle bir lükse diyorlar. Ama İngilizler kararlı; hemen konuyu killiselerindeki rahiplere açıyorlar. Rahip düşünüyor taşınıyor ve kazan-kazan projesini hemen hayata geçiriyor. Buralarda dilencilik yapan kitle bu yolun yapımında çalışır diyor ve hemen icraata girişiyor. Böylece hem bu insanlar para kazanıyor hem de İngilizlerin emelleri gerçekleşiyor, ortaya da İngiliz Yolu diye bilinen Promenade des Anglais çıkıyor.Kadrajdaki ablaya dikkat😊

Biz de bu sahil yolunda uzun uzun yürüyüyoruz.Nice’in simge binalarından biri haline gelmiş olan Le Negresco Otel’ini sağda görüyoruz. Burası Nice’in meşhur duraklarından!Nice’de hava çok geç karardığından bu oteli hem gündüz hem gece görme fırsatını yakalıyoruz. Deniz kenarındaki mavi sandalyelere oturup  ihtişamı ile göz kamaştıran otel binasının karşısında bir süre öylece bakakalıyoruz. Bir de otelin kırmızı kubbesine bayılıyoruz ki bu kubbenin mimarisinde Gustav Eiffel’in adı geçiyor. Bahçesindeki renkli müzisyen heykelleri de süper sempatik bu arada!

Negresco Oteli I.Dünya Savaşı öncesinde açılmış bir otel ancak savaş sırasında otel sahibi Henri Negresco’nun isteği ile hastaneye çevriliyor. Burada kalan tüm hastaların bakım masrafları da otel sahibi tarafından karşılanıyor.Henri Negresco, ne yazık ki savaştan birkaç yıl sonra vefat ediyor.

Önce Belçikalı bir şirket tarafından alınan otel II. Dünya Savaşı’ndan da fena derece  etkileniyor.Harabe hale gelen otelin yeni sahipleri Monsieur Jean-Baptiste Mesnage ve eşi oluyor. Ailenin kızları Jean Augier’in otelin kontrolünü eline alması ile Negresco Oteli için yeni bir çağ açılıyor! Bu kızıl saçlı süper kadın sayesinde otel küllerinden yeniden doğuyor ve dünyanın en çok tercih edilen otellerinden biri oluyor.

Bunu nasıl mı başarıyor; önce inanılmaz koleksiyoner kişiliğini öne çıkarıyor ve otele tablo toplamaya başlıyor. Topladığı tablolar Louvre, Versay gibi müzelerde sergilenen eşsiz tabloların kopyaları olunca inanılmaz ilgi çekiyor. Otelin her tarafını, her odasını biribirinden güzel eserlerle donatıp resmen bir sanat galerisi haline getiriyor. Sonra otelin içindeki yemek salonlarından birine çok güzel ve rengarenk bir carrousel ( atlı karınca) yaptırıyor. Bir süre sonra bu salon inanılmaz prim yapıyor ve sırf burada yemek yiyebilmek için otele gelip kalanlar bile oluyor, özellikle çocuklu aileler😊Bu tatlı kadının diğer bir aksiyonu da evcil hayvanları otele hiçbir şart gözetmeden kabul etmesi oluyor. Hatta otel belirli saatlerde odalarda kalan hayvanları gezdirme hizmeti bile veriyormuş, o kadar hayvansever bir otel yani!(Bu arada Jean Augier de  kedisi Carmen ile birlikte otelin en üst katında yaşıyormuş.)Otelden kazanılan gelirin büyük bir kısmı da da sokak hayvanlarının ihtiyaçlarını karşılamak için Jean Augier’in kurduğu derneğe aktarılıyormuş. Yani bunlar ve daha pek çok artı bir araya geldiğinde Negresco Oteli dünyanın en popüler ve en çok tercih edilen otellerinden biri durumuna geliyor. Tabii bu popülerliği pek çok teklifi de yanında getiriyor, bir sürü zincir otel sahipleri Negresco’yu zincirlerinin bir halkası yapabilmek için sıraya geçiyor. Ancak tırnakları ile bu hale getirdiği otelini Jean Augier kimseye vermiyor ve diyor ki “Bu otel benim evim, çalışanlar da çocuklarım, otelimin kar etmek uğruna kurban edilmesini istemiyorum ve yıllarca Fransız ruhunu yansıtmaya çalıştığım bu evime her zaman Fransızlar’ın sahip olmasını istiyorum!”  Wavssssss! Nasıl demeç ama helal sana Jean Augier ; önünde saygı ile eğiliyoruz ve hemen yolun karşısından tüm sevgilerimizi sana yolluyoruz😊

Son olarak otelde “Altın Kitap” (Golden Book)  olarak anılan ziyaretçi defterindeki isimleri size sayıyoruz ki gerisini yorumlamak size kalmış:

Queen Elizabeth II, Nicolas Sarkozy, Luciano Pavarotti,Franck Sinatra,Picasso, Henri Matisse,Ernest Hemingway,Marlon Brando,Charlie Chaplin,Celine Dion,Clint Eastwood,Brigitte Bardot,Pierre Cardin, The Beatles,Elton John,Micheal Jakson..

2.Gün

Evde kahvaltımızı edip yine yollara dökülüyoruz. Modern Sanatlar Müzesi kaldığımız eve inanılmaz yakın. Hemen o tarafa doğru ilerliyoruz ki bizi bahçesinde devasal bir heykel karşılıyor. “La Tete Carree” denilen bu heykel; kutu içine girmiş bir kafa ya da kare bir kafa siz nasıl görmek isterseniz😊 Ama bu sadece bir kafa değil, aslında burası bir kütüphane hem de dünyanın en ilginç binaları arasında yer alan bir kütüphane, mutlaka görün !

Biraz daha yürüyüp Cours Saleya’yı ziyaret ediyoruz. Çiçek pazarı olarak geçen bu pazarda yok yok; rengarenk çiçekler, meyveler, sabunlar, hediyelik eşyalar…Bu pazar, Pazartesi günleri kapalı oluyor ve diğer günler sadece 08:00-14:00 arasında misafirlerini ağırlıyor. Hediyelerinizi burdan alın, özellikle Marseille sabunları ; (mandalina kokulusu efsane)  ve baharat değirmenleri super.Fiyatları da pek çok yere göre daha makul!

 

Ve sıra geliyor tırmanmaya!Nice’in en güzel panaromik görüntülerinin yakalandığı “ Tour Bellande’ye” çıkmaya başlıyoruz. Burası Nice kalesinin altında kalıyor, ve  eski şehir tarafından merdivenler ile çıkıp kısa bir yürüyüş sonrası buraya varıyoruz.Geldiğimiz anda ağzımızdan tek bir ünlem çıkıyor, Ohhhhh!:)Ünlü besteci Hector Berlioz “King Lear” üvertürünü burada yazmış ki bu manzarada yazmazsan yazık! Deniz, kumsal, rengarenk evler, panjurlar, fondaki müzik, güneş, işte siz de buyrun!

Tour Belanda’daki  yarım saat kimse bize dokunmasın modumuzdan sonra aşağıya iniyoruz.Artık pek çok turist merkezinde popüler hale gelen # I LOVE “NICE” yazısında hemen iki fotoğraflanıp, meşhur Promenade des Anglais yolundan Nice limanına doğru yürüyoruz. Bu yol üzerinde o kadar güzel, o kadar tatlı İtalyan evleri var ki bakmaya doyulmuyor. Biz de biraz daha bakalım diye sahilde  kısa bir mola verip çimlere yayılıyoruz. Denize karşı beslenme işini hallettikten sonra istikamet Nice limanı. Sol tarafta (sahilin karşı tarafı boyunca  pek çok kafe bulunuyor, tam kafelerin bitiminde de ilginizi çeker mi bilemeyiz ama bir Antika Pasajı bulunuyor, bir göz atmanızı tavsiye ederiz, inanılmaz orjinal şeyler var, tabii uçuk fiyatlara! Bakmak yeterli zaten bizce de😊

Nice limanı da Nice’in ayrı güzellikteki lokasyonlarından biri! Yine etraftaki renkli yapılar, tekneler,kafeler hepsi bütünleşmiş ve resmen gözü bayram ettiren bir sunum olmuş. Monakko, Cannes ve Eze gibi bu bölgede çok popüler olan lokasyonlara limanın hemen arka tarafındaki duraklardan biniliyor. Ayrıca Nice’e gelen Cruise tekneleri de bu limana yanaşıyorlar.

Liman gezimizi tamamlayıp eski şehre doğru yol alıyoruz .Cours Saleya’ya dönüyoruz. Buranın etrafında birçok restaurant ve kafe bulunuyor, özellikle deniz ürünleri derya deniz…Biz de bu kafelerden birinde dinlenip, birşeyler atıştıyoruz ve yine Massena Meydanı’na geliyoruz.

Şimdi eğlenme sırası iki gündür aktivite özlemi ile tutuşan Adelciğimize geliyor😊Massena Meydanı’nın hemen sağ tarafında (deniz arkanızda kalacak şekilde düşünürseniz) Promenade du Paillon adında devasal bir park yer alıyor. Massena Meydanı tarafında “ Water Mirror” denilen bir alan bulunuyor.Her taraf fiskiye😊Etraf koşan, gülen, eğlenceden dört köşe olan ufaklıklar ile dolu! Hemen biz de dahil oluyoruz…Sıcaktan bunalanlar için de birebir; eğer ufak çocuğunuz var ise bu alana kaynak yapmanız tavsiyemizdir. Parkta ilerlediğimizde de bir sürü oyun parkı görüyoruz. Bu parka siz de gelin, gündüz akşam fark etmez; şehrin göbeğinde yaklaşık 12 hektar olduğu söylenen bir alanın hala ne güzel korunduğunu ve insanların burada ne kadar keyifli vakit geçirdiğine tanık olun, iç geçirmekte serbestsiniz:)

Eve uğrayıp kısa bir süre içinde hazırlanıp çıkıyoruz.Bu sefer Nice’in çok beğendiğimiz meydanlarından biri olan Palace Garibaldi’ye geliyoruz. Meydan ismini Nice’de doğmuş bir İtalyan olan Guiseppe Garibaldi’den almış. Guiseppe Garibaldi İtalyan birliğinde çok önemli görevler almış, İtalya’nın hürriyet ve bağımsızlığı için her zaman savaşmış bir kahraman. Kendi topraklarında doğan bu yurtsever kahramanı Nice’liler de unutmamış ve heykelini buradaki havuza dikmişler. Meydanda bulunan kafelerden birini tercih ediyoruz ve bugünü de çok uygun fiyatlı Fransız şarapları eşliğinde sonlandırıyoruz.

[gallery columns="2" link="file" size="large" ids="836,835"]

3.Gün

Bugünü Monaco’da geçirmeye karar veriyoruz. Daha önce de belirttiğimiz üzere çevre yerlere gidebilmek için limanın yanında bulunan duraklara gitmeniz gerekiyor. 100 nolu otobüsler Monaco’ya 82 nolu otobüsler de Eze’ye gidiyor. Bu otobüsler aynı yerden kalkmıyor ama duraklar birbirine çok yakın.Monaco ile ilgili ayrı bir yazıda buluşacağımız için gündüzü pas geçip, Nice’de akşam neler yaptığımıza gelelim😊

Monaco dönüşü limandan yürüyerek Nice’in eski şehir kısmına geliyoruz. Burası Vieille Ville olarak geçiyor. Fransizcada da Le Vieux Nice.Daracık sokaklar, rengarenk binalar, renkli panjurlar, butikler, kafeler, dondurmacılar, mezeciler,barlar ve Akdeniz havasını estirebilecek herşey var!Bu sokaklarda kaybolmak, butikleri gezmek, yorulduğunuzda kafelerden birine oturmak, envai çeşit dondurma sunan İtalyan dondurmacıları denemek burasının “olmazsa olmaz” ları! Biz de önce bu sempatik sokakları turlayıp Palais de Justice ‘deki havuzun kenarına oturuyoruz. Adalet Sarayı’nın önündeki bu meydanda İtalyan bir arkadaş edinip bol bol sohbet ediyoruz.Dönerken de Lascaris Palace’ı görüyoruz. Burası türlü çeşit müzik enstrümanının sergilendiği bir müzeymiş.Ancak saat 18:00 ‘da kapandığı için burayı ziyaret etmekte çok geç kalıyoruz.

Ve 3. Günü de akşamı Nice’de olacak şekilde sonlandırıyoruz.

4.Gün

Bugün Nice’de son günümüz☹ Gündüz istikametimizi Cannes olarak belirliyoruz. Dün Monacco’ya giderken otobüsü tercih etmiştik bugün ise Cannes’e giderken treni tercih ediyoruz. Evden çıkıp yürüyerek Nice tren garına geliyoruz. (Gare de Nice Ville). Girişte sol tarafta bulunan bankolardan Cannes gidiş dönüş biletlerimizi alıyoruz. Nerdeyse her yarım saatte bir Cannes’e tren kalkıyor onun için acele etmenize gerek kalmıyor. İki katlı ve super konforlu trenler ile yarım saat sonra Cannes’a varıyoruz. Yol da muhteşem bu arada, tren sürekli deniz kenarından gidiyor ve birbirinden güzel deniz manzaraları size eşlik ediyor. Yarım saat sonra Cannes’dayız , tabii bu da başka bir yazımızın konusu!

Geliyoruz Nice’deki son saatlerimize! Cannes dönüşü yine Nice’in en sevdiğimiz lokasyonu olan Vieille Ville’ye doğru yol alıyoruz. İlk durağımız Cathedrale Sainte Reparate!Saint Reparate 15 yaşında Filistinli bir kız.Dini inancı yüzünden bu kız diri diri yakılmak isteniyor ancak o gün yağan yağmur buna engel oluyor.Bunun yerine küçük kızın kafası kesiliyor ve efsaneye göre kızın ruhu hemen güvercine dönüşüyor, uçuyor.Vücudu kayığa bindiriliyor ve meleklerin nefesi sayesinde denizleri aşarak Nice ‘in Baie des Anges (Angel Bay)’a geliyor.Kathedral’a bu yüzden bu kızın ismi veriliyor ve Nice’in koruyucu azizesi olduğuna inanılıyor.Bu kathedralin hemen önü Palace Rossetti ( Rossetti Meydanı) inanılmaz keyifli, hareketli bir meydan. Özellikle sokak müzisyenleri bu meydanı o kadar güzel işgal etmiş ki, oturduğunuz yerden hiç ayrılasınız gelmiyor ama ne yazık ki Nice’den ayrılma çanları çalıyor ve gece yarısına kadar bu meydanda takılıp eve dönüyoruz.

Eşyalarımızı yüklendikten sonra 03:00 a.m. gibi evden çıkıyoruz. Uçuşumuz easy.jet ile yine sabahın kör saatinde.Bu sefer Fransa’da çok yaygın olan “Uber” uygulamasını kullanıyoruz ve Cote d’Azur havalimanına 15 dakikada varıyoruz.Hem de çok ekonomik bir fiyata!Ama o da ne havaalanı kapalı, evet bildiğiniz havaalanı kapalı😊İlk defa böyle birşey görüyoruz.Hadi boarding kısmının falan uçuş yaklaşana kadar kapalı olduğunu biliyoruz da tüm havalimanının kapandığı bir tek Nice’i görüyoruz!Kapı duvar,bildiğiniz giriş yok, sabah 04:00’da açılıyormuş. Eyyy Akdeniz insanı sen nasıl bir rahat takılmalardasın yaaa, resmen özeniyoruz sana😊 Kapinin önündeki banklarda biraz yatar pozisyonda bekliyoruz, bu sırada bir de yağmur atıştırıyor. Nice, biliyoruz ayrılmak çok koydu sana, bizi çok sevdin, biz de seni çok sevdik gerçekten!Seni çok özleyeceğiz diye karşılıklı ağlaşıyoruz bir süre ve sonrasında kapılar açılıyor.Hemen boarding ve işte Paris dönüşündeyiz!

NE YEDİK NE İÇTİK?

Şimdi şu bilinen bir gerçek ki Fransa’da hayat oldukça pahalı, dolayısı ile Nice’de de bu durum aynı…Tabii bunda €’nun TL yanında depar atmış pozisyonda olması büyük etken. Biz de Nice gezimizi ekonomik skalada tutmak istediğimizden  Air.bnb evinde kalmanın avantajlarını kullanıyoruz ve pek çok öğünü evde hallediyoruz. Nice’in bilinen zincir marketlerinde Monoprix bu konuda biçilmiş kaftan, herşeye ulaşabiliyorsunuz.Neredeyse adım başı Monoprix bulabiliyorsunuz. Valla herşeyin çok taze olduğunu da pişirdiğimiz yemekler ile test ettik ki o evde taze fasulye bile pişti siz düşünün😊Peynir reyonları, deniz ürünü reyonları, sebze ve meyve reyonları hiç tereddüt etmeden alabileceğiniz ürünler ile dolu.Eğer dışarda da birşeyler atıştırmak isterseniz de özel kaplara konulmuş ve take away alıp yiyebileceğiniz makarnalar, salatalar, risottolar, tatlılar  mevcut.

Cours Saleya’daki kafelerden birinde Nice’in geleneksel tadımlarından olan Pissaladière adlı ançüezli, soğanlı ve zeytinli pizzalarını deniyoruz ve Nice’lilerin özel sebzeli tatlıları Tourte de Blettes’i( Swiss chard tart) de hüp diye indiriyoruz.Özellikle pizzayı mutlaka deneyin, pişman olmazsınız!

Nice’in olmazsa olmazlarından biri de İtalyan dondurmaları…Bu kadar çok çeşidin her gün nasıl tüketildiğine biz şaşırıp kaldık ama  dondurmacıların önlerindeki sırayı görünce çok normal olduğunu anladık. Rosetti Meydanı’nda bulunan Fennocchio’yu özellikle öneriyoruz.Eski şehirde pek çok yerde de dondurmacı denedik ama en iyisinin Fennocchio olduğuna kanaat  getirdik.

Tabii diğer bir “olmazsa olmaz” da Fransız şarapları! Garibaldi Meydanı’nı çok sevdiğimizi daha önce söylemiştik, buradaki kafelerden birinde leziz Fransız şaraplarından denemenizi şiddetle tavsiye ediyoruz!

NE HARCADIK?

Geldik en sevdiğimiz(!) kısma😊 Nice, dediğimiz gibi oldukça fiyatları yüksek bir lokasyon, onun için bütçenin dışına her türlü çıkıyorsunuz.Ama dert etmeyin gençler, Cote d’Azur’un en güzel şehirlerinden birindesiniz ve belki de bir daha buraya hiç yolunuz düşmeyecek! Kıyın eurolara!:)

Ne mi harcadık; 2 kişi + 1 böcüş +1 babaanne  /4 gece
  • Airbnb konaklama  : 125 eur
  • Havaalanı- Ev ulaşım:  12 eur 98 nolu otobüs – 17 eur  taxi ( kazık yediğimiz 5 dakikalık mesafe)
  •  Monoprix alışveriş: 60 eur
  • Yeme-içme      :  100 eur  (enfes Fransız şarapları dahildir dikkat!)
Biraz detay gerekirse;
  • Vieille Ville’de bir dilim pizza 10 eur
  • Garibaldi Meydanı’nda bir kadeh şarap: 8 -10 eur
  • Fennocchio dondurma: 3 eur /1 top
  • 1 fincan filtre kahve:  6 eur
  • Hediyelik Eşya: 50 eur
  • Ev- Havaalanı Ulaşım, canımız Über ile: 12 eur

KAÇININ?

  • Nice’de taksi kullanmaktan! Dayanın ihtiyaç olduğunda Über’e!
  • Plaja deniz ayakkabısız gelmekten!
  • Halk plajları yerine beach-clublara dünyanın parasını bayılmaktan!
  • Menülerdeki fiyatları incelemeden restaurantlara dalmaktan!

NELERE BAYILDIK?

  • La Tete Carree kütüphane binasına!
  • Negresco Otel’inin bahçesindeki müzisyen heykellerine!
  • Pissaladière’lere ( Soğanlı, ançüezli ve zeytinli pizzalarına)!
  • Mandalina kokulu Marseilla sabunlarına!
  • Tour Belanda’nın atmosferine!
  • Fennocchio dondurmalarına!
  • Water Mirror’da sular içinde kalmaya!
  • Cours Saleya’daki erkekler için tasarlanmış bilekliklere!

Stockholm Gezi Rehberi - Sendrom Doğruymuş :O

OKUYUCU İÇİN NOTUMUZ: STOCKHOLM GEZİMİZİ 12-15 EYLÜL 2016 TARİHLERİNDE GERÇEKLEŞTİRDİK.

İsveç'in Orta Güneydoğu kuşağında 14 adacığı 57 köprüyle birbirine bağlamış Stockholm'e Kuzeyin Venediği sıfatı boşuna verilmemiş. Kendisi tam olarak Mälaren Gölünün Baltık Denizi ile birleştiği bölgede konumlanmış.

Yaklaşık 2 milyon olan nüfusunun %16'sı göçmen ve şehrin ortalama yaşı 39,8.

%30u parklar ve yeşil alanlarla kaplı olan Stockholm, aynı zamanda Avrupa'nın en havası temiz ve çevre dostu kenti ünvanına sahip.

Peki bu kadar güzel bir şehirde sendromun işi ne? Psikolojide kaçırılanın (rehin alınan) kaçırana aşık olma, bağlanma durumunu ifade ediyor "Stockholm Sendromu". Bu sendrom halini -yabancılaşma duygusunun yakınlaştırma özelliği- olarak açıklamışlar. İtiraf ediyorum, Stockholm sonrası ben de sendroma kapıldım. Şehirle aramızdaki onca KUR farkına rağmen ona kur yapmaktan alamadım kendimi :) Daha en başından medeniyet mertebesi, temiz havası, modern insanları, müzeleri, minimalist yaşantıları, bisikletleri ile aslında bize o denli uzaktı ki, cezbetti ve kendimi bir o kadar yakın hissettim. "Keşke" dedim, yaşadığım şehir olsan..

NASIL GELDİK, NEREDE KALDIK?

Peki onca turistik Avrupa şehri dururken Stockholm'e gitmek nerden aklına geldi? dediğinizi duyar gibiyim. Hemen açıklayım, caanım Pegasus bir kampanya yapmış ki gitmesek döverlerdi o derece :) Üstelik vizemiz hazır ve denk gelen tarihler Kurban bayramı, yanii sıfır izin..Uçuş: İstanbul Sabiha-Stockholm Arlanda Fiyat: 330 tl Nasıl tam sendroma girmelik değil mi:))

Havaalanından şehir merkezine ulaşım için en ekonomik seçenek olan Flygbussarna otobüslerini seçtik. 7 durak sonra merkezdesin (ortalama süre 40-45 dk). Tek kişi gidiş - dönüş 215 SEK (dönüş uçağınız yine Arlanda Airport ise bu şekilde almak daha karlı çünkü tek kişi tek gidiş 119 SEK canlar ;)

Uygun fiyatlı ve merkezi konumda airbnb bulamadığım için 17 Ağustos tarihinde 3 gecelik otel rezervasyonumu Booking üzerinden yaptım. Seyahat boyunca kaldığımız otelin adı Mosebacke Hostel (hostel dediğime bakmayın, daha çok tek/çift kişilik ya da aile odaları olan bir pansiyon burası - duşlar ortak ama temiz ve kabin sayısı fazla) Resepsiyonda türk çalışmasından dolayı türk misafirler tarafından oldukça tercih edilen bir yer. Kahvaltısı peynir-domates-salam üçgeninde sandviç yapıp yanınıza elmanızı dahi alabileceğiniz kıvamda :) Şehir terminali-otel arasındaki mesafe yürüyerek 2,5 km kadardı. Sırtımızda çantalar otele kadar yürüdük ve eşyalarımızı bırakıp hızlıca şehir turuna başladık. Yoğun bir bisiklet trafiğinin olduğu köprüden geçerek Södermalm bölgesine bağlandık. Hava tertemizdi, düşünün Stockholm gibi bir yerde tshirtle geziyoruz ne kadar şahane :)

Stockholm kesinlikle dünyanın en büyük müze kentlerinden biri. Yılda yaklaşık 1 milyon insanın ziyaret ettiği 70 kadar müze bulunmakta. 30,000 el sanatı ve 16,000 tablonun bulunduğu Nationalmuseum bu müzelerin başında gelse de ne yazıkki kendileri 2018'e kadar yenilenme sürecine girmiş. O yüzden biz de geriye kalan 69 müzede teselli aradık..Neyse ki fazlasıyla bulduk endişelenmeyin :)

NASIL GEZDİK?

1.gün

Riksgatan caddesi bir sur'un içinden geçiyormuş havasında, etrafı Parlamento binası, kamu dairesi ve banka ile çevrili. Burdaki kemerden iki ileri bir geri yürüdük. Bir de baktık Avrupa'nın en iyi korunmuş Ortaçağ şehirlerinden biri olan Gamla Stan'e gelmişiz. İsveç dilinde "eski şehir". Burası aynı zamanda turuncunun her bir tonunun hakim olduğu, inişli çıkışlı arnavut kaldırımlarının dar sokaklara açıldığı mistik bir adacık.. Caddeler sağlı sollu hediyelik eşya dükkanı, café ve restoranla dolu. Mynttorget ile Jarntorget meydanı arasındaki Vasterlanggatan Gamla Stan'deki en popüler alışveriş caddelerinden biri..Buraya gelecekleri baştan uyarayım, Stockholm'de tüm sokaklar Gamla'ya çıkar :)

[caption id="attachment_571" align="aligncenter" width="3000"] Gamla stan[/caption]

Gamla Stan bölgesinde görülecek 3 farklı mimari var: Storkyrkan kilisesi, Stadsholmen üzerine kurulu Kraliyet Sarayı (Kungliga Slotet) ve Nobel Müzesi. Nobel müzesi Stortorget'in olduğu meydanda, kilise Nobelin arkasında olduğu için ilk gün dışardan ikisini de görmüş olduk ancak içlerine girmedik. Kraliyet Sarayı'nı ise ertesi güne bıraktık.

Katılamadığım ama acayip içimde kalan bir Gamla aktivitesi vardı ki adı da "Ghost walk". Gamla ya da Södermalm'dan başlayan akşam turları 1,5 saat sürüyormuş. Tura rehberlik edenlerin ellerinde fener, üstlerinde ise ben diyim müfettiş Gadget siz diyin Sherlock Holmes tadında kıyafet oluyor bizzat gözlerimle gördüm :) 1,5 saat boyunca Gamla'nın dar sokaklarında dolaştırıp atmosfere uygun perili-vampirli çeşitli efsaneler, esrarengiz cinayetler anlatıyorlarmış. Güncel fiyatı 200 SEK. Sizin vaktiniz ve bu tura ayıracak bütçeniz varsa hiç düşünmeyin deneyimleyin derim.

Şehrin en dar sokağı olarak bilinen Mårten Trotzigs Gränd Stortorget'e oldukça yakınmış, lakin biz bulmak için hiç kasmadık..Bulayım da en dar sokakta sıkışmış iki fotoğrafım olsun demek yerine, bulunduğumuz yerin tadını çıkardık iyi de oldu :)

Hava kararmaya yakın ayaklarım iflas bayrağını çekti, burnumsa kahve kokusunun peşine düştü. Birde baktık ki kuzeyin Starbucksı "Espresso House"da cappucino içiyoruz :) Oturduğumuz yer yine bir alışveriş caddesi olan Drottninggatan. Saat akşam 9-10 civarıydı ve sokak oldukça hareketliydi. Burdan kalkıp Stockholm gece hayatına aktık - demek isterdim lakin dooğruca otelimize gittik ki sabah güneşi bize küsmesin :)

2.gün

Sabah 8.30 civarı otelden ayrılıp Götgatan caddesinden Gamla'ya bağlandık ve etraf bomboşken fotoğraf çekilmeye koyulduk. Götgatan caddesi, ağırlıkla gençlerin takıldığı iskandinav tasarımlı dükkanların kafelerin olduğu hareketli bir yer. Buraya son gün keyif yapmaya geleceğiz, şimdilik es geçiyorum.

Nobel Müzesini geçip Källargränd caddesi boyunca yürüyerek Kungliga Slotet (Kraliyet Sarayı)'e ulaştık. 13. yyda inşa edilen saray, İsveç hükümdarı artık burada yaşamasa da işlevselliğini sürdürmekte. Önceleri iç kulesi olan bir kaleymiş. Daha sonra iç kulelerindeki külahlardan dolayı "Tre Kronor - Üç Taç" isimli bir saraya dönüşmüş. Şu anda Üç Taç ismi sadece Kungliga Slotet'in içindeki bir müzede geçiyor. 160 SEK karşılığında bizim görmediğimiz ama sizin ziyaret edebileceğiniz müzeler: The Museum of Antiquities, The Royal Apartments, Tre Kronor ve The Treasury.

[gallery size="medium" link="file" ids="574,573,566"]

Norrbro köprüsünden devam ettik, merdivenlerden Medeltids Museet'in bulunduğu alana indik ve önde heykel arkada Parlamento binasını bırakarak nehir boyunca gözümüzün alabildiği Stockholm manzarasını seyrettik. Sonra Drottninggatan'da "Nordic design" diye bir dükkana girdik. Handmade cam tasarımların ağırlıklı olduğu çok orjinal bir hediyelik eşya dükkanı. Fiyatlar elbette ki yüksek. Ama bir girip görülmeli bence. Opera binası buraya 300 m. mesafede. Binanın önünden geçip Almarna diye şehir ortasında yemyeşil bir alana geldik. Çiçek düzenlemelerinin olduğu Almarna tam mola vermelik bir yer.

Hemen ilerisinde bir de baktık ki Türkiye hakkında halka açık fotoğraf sergisi var. Hemen milli duygularımız kabardı tabii ki :)

Saatler 12yi gösteriyorken Grand Hotel karşısı Strömkajen'den kalkan "Under the Bridge of Stockholm" tekne turuna katıldık. 2 saat 15 dk. süren kanal turunda türkçe sesli rehber olmasa da ingilizce ve diğer dillerde kanal etrafındaki yapıların tarihi hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Turun ücreti 250 SEK. Benzer şekilde 200 SEK karşılığında 50 dk.lık Royal Canal turuna da katılabilirsiniz. Kısa turda da şehrin doğu kısımlarını görüyormuşsunuz. Açıkçası tekne turu beni çok mutlu etmedi. Tur Gröna Lund, Vasa Museum'un da olduğu Djurgarden'a paralel hattan geçerek başlıyor..Stockholm'ün merkezden uzak semtleri, apartman daireleri ile devam edip aynı yoldan dönerek sonlanıyor. Tekne'nin etrafı cam ve kapalı. Deniz esintisi olmadığı için de bana afakanlar basmış olabilir. Yani '50 SEK fazla verdim, kesin fazladan bişey gösterecekler' düşüncesine kapılıp uzun turu almayın. İlla ki turlama gayesinde iseniz kıssadan hisse turlayın bence :)Teknede tabii yiyecek birşey yok, indiğimizde karnımız nasıl aç..Ne yapsak nerde yesek diye yürürken nasıl bir sürprizle karşılaştık dersiniz? Önce rap rap rapp seslerini duydum, uzaktan bir baktım ki atların üzerinde mavi üniformalı kraliyet muhafızlarının geçit töreni var..Açlık falan gitti kafada, bende bir muhabir edası nasıl koşturuyorum :) Alın size o anın ispatı:

Bu kadar İsveç muhafızının, askerlerin at üzerinde geçit vermesinin sebebi; Riksplandaki Parlamento Binası'nda devlet erkanından birilerinin toplantısı imiş.

Yaşanan hareketliliği video ve fotoğrafla belgeledikten hemen sonra Parlamento Binası'nın altındaki Medeltids Museet'e girdik. Öyle bir müze düşünün ki, içerdeki herşey o kadar özenli ve ücretsiz..Yani medeniyet dediğin buysa biz nerede yaşıyor ve yaşatılıyoruz :)

Hava aslında bisikletini alıp Stockholm sokaklarında salınma havası..Ama biz müzelerin tadını aldık bir kere..Ara vermeden hemen ordan Medelhavsmuseet'e geçtik. Bir de baktık museum shopta çalışan bir türk, az biraz sohbet ettik. Bu müze de ücretsiz. Neyse ki kanalda yüzdürdüğümüz SEK'leri burda telafi ediyoruz :)

[gallery size="large" columns="2" link="file" ids="778,779"]

 Skeppsholmen'a doğru yürüyoruz. Hedefimiz Moderna Museet..National Museum'la Museum of Modern Art arasında geçilen Skeppsholm Köprüsü boyunca şehir manzarası nefis..Güneş zaten tepemde, bu an hiç bitmesin istiyorum.

Köprünün sonlarındayız, birden sol tarafta kapısında 'Östasiastiska Museet' yazılı pek sevdiğim hardal sarısı renginde bir bina gördük. Öncesinde buraya dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Lakin bina rengiyle ve dışarda resmi asılı çekik gözlü adamın etkisiyle bizi kendine çekti. Burası 'Museum of Far Eastern Antiquities' diye geçiyor, Stockholm'de Çin, Hindistan, Asya, Japonya ve Kore koleksiyonlarının adresi. Giriş mi? Üc-ret-siz. Tamam bence artık şaşırmayı kesip muasır medeniyetler seviyesinin tadını çıkarabiliriz :) Müzenin bazı bölümlerinde duvarlar siyaha boyalı, kırmızı aydınlatma ile destekleyerek uzakdoğunun gizemli atmosferi yaratılmış. İçerde minyatür eserler, uzakdoğu kültürünü yansıtan kafa heykelleri ve buda heykelleri bir hayli mevcut. Uzakdoğu kültürüne ilgi duyuyorsanız burayı es geçmemelisiniz.

Modern Sanatlar müzesi normalde ücretli, ancak burda da geçici sergilerin ve koleksiyonun olduğu kısım ücretsiz. Biz de bugünkü "ALL IS FREE" modunu bozmayarak sadece geçici sergi ve koleksiyonların olduğu kısmı ziyaret ettik :) Gittiğinizde yukardan garip eşyalar sarkan, her köşesinde ayrı bir obje olan rengarenk ve kaotik bir oda göreceksiniz (tabii odanın konseptini değiştirmedilerse). Budapeşte'de Ruin publar çok meşhur, burası da sanki o konseptin müzeye uyarlanmış hali..

İçerdeki en ilgi çekici eser Robert Rauschenberg'e ait "Monogram" idi(1955-59). Sergi salonunun tam ortasında duran dört tarafı camla çevrili eseri ilginç kılan birçok detay var. Kağıt, kumaş, ahşap, metal ve kauçuk gibi türlü malzeme kullanılarak oluşturulmuş bir tuvalin ortasına içi doldurulmuş bir Tiftik keçisi yerleştirilmiş. Keçinin suratı rengarenk boyanmış ve ortasından lastik bir tekerlek geçirilmiş.

Kafamdaki monogram'a göre; tablonun ortasında duran keçi lastik tekerleği araç olarak kullanıp resmin içinden sıyrılıyor ve heykel formuna geçiyor. Üzerindeki boyalar da resimden koptuğuna dair izler..Belki de sadece heykelin resim sanatına karşılık boyut üstünlüğü olduğuna dair gönderme yapılmakta..Eser sahibinin kafasındakileri bilemiyorum ama keçinin Stockholm'den sonra Londra'da Tate Modern, Newyork'ta MoMA ve San francisco'da SFMOMA'da sergileneceği düşünülürse Rauschenberg'e ün kazandırdığı kesin.

Günün sonunda Riksgatan caddesinden geçtik, akşam olduğu için heryer ışıl ışıldı ve bu kez köprü ve etrafındaki tarihi binaların akşam yansımasını çektik. Ayaklarımız bizi Gamla Stan'e götürdü. Meydanı biraz seyre dalıp fotoğrafladıktan sonra otele doğru yürüdük.

3.gün

Bugünü Nordiska Museet ve Skansen'e ayırdık. Nordiska Müzesi, 16. yydan bugüne dek İsveç tarihi, gelenekleri ve onların toplumsal yaşamlarına dair izler bulabileceğiniz bir yer. Binanın dışı oldukça büyülü bir havada, fakat içerisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Müze olarak evet gayet yeterliydi ama kraliyet dönemine ait yemek takımları görmek bir süre sonra sıkabiliyor ne yalan söyleyeyim. Müze ücreti 100 SEK.

Nordiska'ya 300 m. mesafede bir de Vasa müzesi var ki bloglara göre tam bir "must see in Stockholm" statüsünde. Müzede görülecek geminin özeti şu: “dünyadaki ayakta kalan tek 17.yy gemisi - 1628 yılında demir aldıktan 20dk sonra batmış, 333 yıl sonra denizin dibinden çıkarılmış”. İtiraf ediyorum, görmeden geldim. Peki neden? Gezdikçe seçimlerimin "turistik"ten "lokal"e "görülmesi gereken"den "merak edilen"e doğru kaydığını hissediyorum. O yüzden mümkün olduğunca benim ilgimi çeken müzelere gitmeye çabalıyorum. Bu sayede hem "ekonomik" gezip hem de kendime "şımaracak alanlar" yaratmış oluyorum, yoksa içimdeki gurme nasıl susacak :)

Dünyanın ilk açık hava müzesi Skansen 1891 yılında halkbilimci Hazelius tarafından İsveç'in geleneksel özelliklerini yaşatma ve tanıtma amacıyla kurulmuş. Djurgarden'da 300.000 m2lik bir alana kurulu olan Skansen'de 150 civarı geleneksel ev, bolca yeşil alan, bir hayvanat bahçesi ve akvaryum bulunmakta. Öyle evler var ki "keşke benim olsan" diye iç geçiriyor, dayanamayıp kapısında fotoğraf çekiliyor ardından bahçesindeki çiçekleri koklamak istiyorsunuz. Bazı evlerde cam işlemeciliği/ahşap oymacılığı yapan ustalara, bazısında yerel kıyafetiyle geleneksel oyunlar oynatan kadınlara rastlıyorsunuz. Alan oldukça geniş, tabelalara göre istediğiniz yere yürüyorsunuz. Biz içerde yaklaşık 3 saat kaldık. Özetle gidilesi görülesi bir yer ama benzeri Oslo'daki Folksmuseum ile burası arasında bir seçim yapsam Folksmuseum birçok yönden baskın gelir. Buranın giriş ücreti 120 SEK.

[gallery size="large" link="file" ids="595,594,603"]

Açık alanda ne kadar yürüdüğünü idrak edemeyen bacaklarım, ne zaman ki Skansen'den çıkıp Strandvägen'e vardığında saat 17.30 oldu işte o zaman farketti..Peki kendime gelmek için ne yaptım? Hemen 2 farklı yerde şımarma alanı yarattım :) İlk önce Nordiska'ya 2 km. mesafedeki Regeringsgatan'da McDonald'sta karnımızı doyurduk. 500m. sonra Chokladfabriken'e gittik ve güzel bir çikolatalı tatlıyla yeterince şımardım.

Tatlının ardından ilk aklıma gelen şey kahve. O zaman 2.şımarma adresi Kaffekoppen'de cappucinoya sıra geldi demektir. Adres: Gamla'daki meşhur ikili bina Stortorget'in altı. Az önce çikolatalı tatlı yememiş olsaydım Kaffekoppen'in ikiz binası Chokladkoppen'de sıcak çikolata içerdim, başarılı olduğunu duydum.

4.gün

Stockholm'de son günümüz :( Karı-koca olarak fotoğraf başlıca hobimiz olunca Stockholm'de Fotografiska'yı görmesek olmazdı. Fotoğraf sergileri sık sık değişiyor Biz 15 Eylül 2016'da ordaydık ve şansımıza Bryan Adams'a ait "Wounded" sergisi vardı. Evet "Everything I do" "Please forgive me" "Have You Ever Really Loved A Woman?" şarkılarıyla hafızalarda iz bırakan sesin ta kendisi. Kaldığımız otel Stadsgarden’daki Fotografiska'ya 800 m. olduğundan yürüyerek çok kolay gittik, sabah saat 10 gibi kapısındaydık.

Ünlü fotoğrafçı Henri Cartier Bresson ”Fotoğraf çekmek, insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir. Bu bir yaşam tarzıdır” demiş. Başkasının gözünden o an'lara konuk olma şansı veren müzeler iyi ki varlar..Fotografiska da "iyi ki" dediklerimden oldu. Müzede Adams'a ait iki farklı sergi vardı. Bir tanesi "Wounded: The Legacy of War" diğeri "Exposed". İlkinde Irak ve Afganistan’da görev yapan İngiliz askerlerin yüzlerindeki acıyı görebiliyorsunuz. Savaşın olduğu yerde çekilen başarılı savaş fotoğrafları hep etkilemiştir, bu defa fotoğraftakiler savaşın tanıkları ama savaş alanından uzakta yalın haldeler..Ama vücutlarında ve ruhlarındaki yaralar o kadar gerçek ki, savaş anı ve sonrasını hayal edebiliyorsunuz. Exposed sergisi ise diğeriyle tam bir tezat içinde, ünlülerin renkli dünyasını yansıtıyor. Fotoğrafladıklarının arasında Amy Winehouse, Pink, Monica Belluci, Sean Penn, Mick Jagger gibi birçok ünlü isim var.

Fotografiska'dan sonra 30-40 dk.lık bir yürüyüşten sonra saat 12.30 gibi Stadshuset yani City Hall'e vardık. O nasıl bir bina öyle..Binanın rengine, binanın için saran sarmaşık türü bitkilerine, avludaki perspektife, nehir manzaralı kemerlerine bakmaya doyamadım, fotoğrafladım durdum. Binada tam 8 milyon kırmızı tuğla kullanılmış. Hemen su kenarına yakın 106 metre uzunluğunda ve tepesinde İsveç'in milli simgesi "Üç taç" olan Stadshustornet yani City hall tower bulunuyor. Şehir manzarası müthiş, internette gördüğünüz Stockholm manzaralarının sırrı burda :) 10 dk kadar dar merdivenlerden çıkıp manzaraya kavuşabiliyorsunuz, yarısına kadar asansör de var. Biz tabana kuvvet yürüyerek çıktık. Giriş çıkış çok kontrollü, max 30 kişi bir kerede çıkıyor herkese saat veriliyor o saatte yukarı alınıyorsunuz. Kuleye çıkış ücreti 50 SEK.

Belediye Binası'na tekrar dönecek olursak; içerisinde görülmesi gereken Blue hall ve Golden hall salonları varmış. Biz içerisini gezemedik ama rehber eşliğinde turlar düzenleniyormuş. Mavi salonun hikayesi enteresan. Başlangıçta salonun üstü açık planlanmış, tuğlaları maviye boyayıp zemine de mavi mermer koyduktan sonra dörtbaşı mavi bir salon olacağından kayıtlara bu isimle geçmiş. Fakat yapan kişi benim gibi kırmızı tuğlanın rengine mest olunca kıyamamış tabii. Hava zaten soğuk, üstünü açmaktan da vazgeçmişler. Olmuş sana adı mavi kendi kırmızı bir salon :) Salonun diğer özelliği ise dünyaca ünlü Nobel Ödüllerinden Barış ödülü hariç hepsinin burada verilmesi.

Kocamın İKEA'ya olan aşkına hiç girmeyeceğim, iskandinav tasarımına duyduğu hayranlık ortada. Aydınlatma ürünlerine olan ilgisiyle birleşince saat 16.30-17 gibi kendimizi Clas Ohlson mağazasında bulduk. Drottninggatan'daki bu mağaza türlü ev-ofis eşyaları, tasarım aydınlatma ürünleri, elektronik eşya ve dekoratif ürünler gibi çok farklı seçenekler sunuyor. Biz evimizin en nadide aksesuarını burdan aldık :)

Drottninggatan caddesi genel olarak spor-giyim mağazaları, hediyelik ve ev-ofis eşyaları gibi alışveriş dükkanları ile dolu. Turistik alışverişinizi burdan rahatlıkla yapabilirsiniz. Bu caddede biraz gezindik, dolandık ve sıra Götgatan'da keyif yapmaya geldii. Genç nüfusun çoğunlukta olduğu keyifli bir cadde olduğundan 2. günde bahsetmiştim. Aslında Stockholm konseptinde denenecek çok kafe var ama biz Starbucks'ı tercih ettik. Sebebi neydi ki? Malum Stockholm'de son gün, SEK'in dayanılmaz hafifliği üzerimize çökmüş ondan :) Aslında gerçek şu: yeni yer denemeyi çok severim ama o an dışarda oturup caddedeki mekanları, yürüyen gençleri gözlemlemek konsept bir kafeye tıkılıp dekorasyonu incelemekten daha cazip geldi.

NE YEDİK NE İÇTİK?

  • Kaffekoppen'de cappucino 41 SEK (bir akşam mutlaka oturun..Cappucinosu öyle müthiş falan değil, ama Stortorget meydanında Gamla ruhuna karşı içmek paha-biçilemez.)
  • Moussebakelse - Chokladfabriken 42 SEK (glutenfree)

NE HARCADIK?

  • Bütçemiz 3200 SEK civarı idi. Buna dahil olanlar; yeme-içme ve hediyelik eşyalar. Uçak ve konaklama masraflarını hariç tutuyorum. Çift kişi 3 gece 4 günlük bir kuzey tatili için gayet iyi rakam. Demekki Stockholmde bile imkansız diye birşey yokmuş :)
  • 3 gece çift kişi konaklama (ortak banyolu - havalandırmalı 2 kişilik oda) 1944 SEK (kuru 0,35 olarak düşünebilirsiniz)

KAÇININ?

  • Royal Canal Tur yapmaktan (50dk.lık kısa tur tercih edilebilir ama 2 saatlik tur bence fazla uzun..Stockholm'ün sokaklarında zaman geçirmek daha kıymetli)
  • Bisikletlilerden (uyarım kazaya kurban gitmeyin diye, yoksa kişisel bir zararları yok. Bilakis kıskanılacak derecede çoklar ve coollar :)
  • Başka da kaçınılacak birşey bulamadım bu şehirde..Buraya yerleşme ihtimaliniz varsa diyebileceğim tek şey, geri dönmekten kaçının :)

NELERE BAYILDIK?

  • Moderna Museet'teki Robert'in keçisine,
  • Skeppsholm Köprüsünün şehir manzarasına,
  • Gamla Stan'in bohem ruhuna,
  • Fotografiska'da Bryan Adams sergisine,
  • Stadshuset'teki tuğlaların rengine,

FOTOĞRAF GALERİSİ

[gallery columns="6" size="medium" link="file" ids="603,602,601,600,599,598,597,596,595,594,593,591,590,589,588,587,586,585,584,583,582,581,580,579,578,577,576,575,574,573,572,571,570,569,568,567,566,565,564,563" orderby="rand"]

Paris Gezi Rehberi - "İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir."

OKUYUCU İÇİN NOTUMUZ: PARİS GEZİMİZİ 30 EYLÜL-2 EKİM 2017 TARİHLERİNDE GERÇEKLEŞTİRDİK.
Ne demiş Audrey Hepburn: "Paris is always a good idea"! Bu fikre katılmayalım da ya ne yapalım?
Paris biletleri yine kanatlı atımız Pegasus'tan, gidiş 30 Eylül Paris - dönüş 8 Ekim Amsterdam. Peki anlatıldığı kadar romantik bir şehir mi? Sokakları pis kokuyor mu? Acaba güvenli mi? şeklinde kafamızda deli sorularla yola çıktık..
Sen Nehri üzerine kurulu Paris Fransa'nın başkenti olup, dünyanın en çok turist çeken ve en pahalı 4 şehrinden biri. Aynı zamanda Londra ile birlikte Avrupa Birliği'ndeki en kalabalık şehir olma özelliği taşıyor.
Büyük hayallerle gitmeyince daha mı çok seviliyor o şehir bilinmez ama ben Paris'i gerçekten çok sevdim. Meydanlar doğal hallerinde bile romantikti, her bir köşebaşı keşfetme isteği uyandırdı bende. Sokakları leş kokmuyor; aksine parfüm kokuyordu. Kaldığımız süre boyunca çoğunlukla yürüdük ve herhangi bir tehlikeyle karşılaşmadık. Tabii banliyölerde dolanmadık, bazı durakları sıkıntılı olan metroyu ise Moulin Rouge'a giderken sadece 1 defa kullandık.
NASIL GELDİK, NEREDE KALDIK?
Paris'te konaklama mı? İşte şimdi sürprize hazır olun! Uçağımız sabah 11.30 gibi Paris havaalanındaydı. Bir gün önce İstanbul'da beklerken maillere bakmak hiç aklıma gelmedi, çünkü zaten kalacağımız airbnb evi sahibinden giriş-çıkış talimatlarıyla ilgili destansı bir mail gelmişti. Paris'te pasaport sırasındayken "hadi bi maillerime bakayım" dedim. Çatt, airbnb'den bir mail: "Sorry to say but we cancelled your reservation because of security issues and bedbug problem.." Tahta kurusu problemi ve güvenlik sebebiyle airbnb yetkilileri rezervasyonumuzu iptal etmiş, ay biz şok! 3 gece aynı yerde kalacaktık, yani bildiğin ortada kaldık! Tabii hemen hotels.com'a girdik ve rezervasyon tutarımızın50 tlüstüne farkla 2 yıldızlı bir otel bulduk. (airbnb'ye sonradan yazdığım mağduriyet belirten mail sonucu hesabıma 1 sene geçerli 50 dolarlık kredi tanımladılar o ayrı😛) Bulduğumuz otelin ismi Hotel Aladin, adresi: 14 Rue de Cordelieres.Quartier Latin bölgesi diye geçen 5. bölgede ve sıklıkla takılacağımız Rue Mouffetard caddesine 800m. mesafedeydi.Rue Mouffetard nasıl bir yermiş derseniz; "Place de la Contrescarpe" ile "Fontaine pluie Guy Lartigue" arasında uzayııp giden, sağlı sollu kafe-restaurantlarla dolu, öğrenci dostu ve bir o kadar daParisien cadde. Konakladığımız otel Pantheon, Notre Dome, Lüksemburg bahçesi ve Sorbonne Üniversitesi'ne 1-1,5 km. civarıuzaklıktaydı. Ekonomik yeme-içme ve lokal keşifler istiyorsanız bu muhit ideal.İptal olan airbnb evi Louvre'a 500 m. mesafedeydi ama turist kazığına her yönüyle açıktı.
NASIL GEZDİK?
1.GÜN
Paris'te dersime sıkı çalışmıştım. Hangi gün nereyi gezmeli, nerede yiyip içmeli şeklinde anbean planım vardı. Ufak tefek sürprizler oldu ki olmalı da; ama çoğunlukla plana uyduk. İlk günkü planımızda Hotel Ville de Paris, Notre Dame Katedrali, Shakespeare & Company, Sorbonne Üniversitesi, Lüksemburg Bahçesi,(Jardin du Luxembourg) Medici Çeşmesi (Medici Fountain), Panthéon (ve plana sığdıramadığımız Musee Bourdelle ile Tour Montparnasse) vardı.
Eşyalarımızı koyup hemenPanthéon'a doğru yürüyerek Paris turuna başladık. Roma'daki büyüleyici Pantheon'la aynı adı taşıyan bu yapı, Kral 15. Louis tarafından harabe bir kiliseden dönüştürülmüş ve 1790 yılında son halini almış. Günümüzde ise ünlülerin anıt mezarı olarak kullanılmakta. Burayı esas farklı kılan, yapının tam ortasındaki Foucault sarkacı. 1851'de Fizikçi Léon Foucault, kubbeden aşağı sarkıttığı sarkaç ile dünyanın kendi ekseninde dönüşünü kanıtlamış. Ama üzgünüm Paris;Panthéon'daki "e" harfinin üstüne çizikle fark yaratsan da Roma'daki Pantheon'un tavanı yeter canım😃
Panthéon'dan Rue Soufflot caddesi boyunca yürürseniz karşınıza 6. bölgede yer alanLüksemburg Bahçesi çıkıyor ki biz de öyle yaptık. Paris'te her yer bölgelere ayrılmış durumda, o yüzden mutlaka bölge ayrımına göre plan çıkartın.LüksemburgBahçesinin farklı girişleri var amaBoulevard Saint-Michel'e yakın taraf, Medici çeşmesine kısa yoldan ulaşmak ve bahçeyi turlamak için ideal. Lüksemburg Bahçesine yürürken kulağımıza klasik müzik sesi geliyordu ama nereden? Meğer bahçenin orta yerine resmen bir senfoni orkestrası kurulmuş! Havaalanından beri Paris'te şaşırmaya devam ediyorum :D
Manzara aynen şu: fonda senfoni müziği, ağaçların kuytusunda bir Medici Çeşmesi vesuya düşen yapraklar;etrafında parkla uyumlu mint yeşili sandalyeler.. Hava desen mis, tam Eylül sonu güneşi..Oh mon Dieu!
Çeşmeden saraya kadar tüm bu ambiyansın tek bir sorumlusu var, o da İtalyan asıllı Fransa kraliçesi Marie de Medici. Kraliçe, Kral IV Henri'nin ölümünden sonra Louvre'daki yaşantısından pek bir mutsuzmuş. İtalyan tarzında kendine ait bir sarayı olsun istemiş. 17.yy'da inşa edilen Lüksemburg Sarayı'nda Marie'nin gençliğinin geçtiği Floransa'daki Palazzo Pitti'den esinlenilmiş. Bu da yetmemiş, sarayın büyükçe bir bahçesi olsun istemiş, ki ilham kaynağı yinePalazzo Pitti'deki Boboli bahçeleri..Önceleri yapay mağara formundaki Medici çeşmesine, kraliçe talebiyle 19.yy'da Yunan mitologyasından Acis, Galatea ve Polyphemus heykelleri eklenmiş; etrafı saran ağaçlar ve önündeki göletle birlikte günümüzdeki romantik formuna kavuşmuş. Çok kaprisliymişsin be Marie😃
Sonraki durağımız olan Sorbonne Üniversitesi buraya çok yakındı. Üniversite binasını dış cepheden fotoğrafladıktan sonra yürümeye devam ettik ve 17.00 gibi Notre Dome Katedrali'nin oradaydık. Buraya Pont Au Double köprüsünü kullanarak rahatlıkla gelebilirsiniz.
12-14.yy arası yapımı tamamlanan Notre Dame de Paris; namıdiğer "Paris'in Hanımefendisi", Meryem Ana'ya ithaf edildiği için bu ismi almış. Ayrıca Hz.İsa'ya ait olduğu söylenen "Crown of Thorns"(dikenli taç) burada muhafaza ediliyormuş. Yapıya ait 3 kapıda sırasıyla Meryem Ana, İsa ve Azize Anna heykelleri bulunmakta. Dış cephesindeki (özellikle de kapılarda) işçilik o kadar detaylı ve muazzam ki; anlatamam görmeniz lazım..
[gallery columns="2" size="large" link="file" ids="742,720"]
Ana girişi ortalar şekilde yerde bulunan "Orta Yol" isimli yıldız, 0 km'yi ifade etmekle birlikte şehrin merkezi kabul edilmekteymiş. Yine ana giriştekigül penceresinde ise Bakire Meryem tasvir edilmiş.
Her yıl ortalama 13 milyon ziyaretçisi olan, ünü Eyfel kulesini bile sollar cinsten bir katedralden bahsediyoruz. Peki Hristiyan alemi dışındaki ününü neye borçlu? İlk baskısı 1831 yılında yayımlanan, Victor Hugo'nun yazdığı 'Notre-Dame'ın Kamburu' adlı kitaba. Hatta 19.yy başlarında bakımsızlıktan yıkım kararı alınan bu yapıyı yıkılmaktan kitap kurtarmış! Kitabın etkisi bununla da kalmamış, ilk defa 1998 yılında sahnelenen 'Notre Dame de Paris' adlı müzikale ilham vermiş. Bu müzikale ait"Belle" şarkısını elbetbir yerlerde duymuşsunuzdur (hadi tamam orjinalini duymadınız, -Batesmotelpro- isimli grubun"Esmeralda" adıyla şarkıyı türkçe yorumlamasına da mı denk gelmediniz😀)
Notre Dame Katedrali'nden 650 m. sonra Hôtel Ville de Paris'deyiz. İsmen çağrışımı şehir oteli olsa da burası 600 küsur yıllık geçmişi olan bir"Belediye Sarayı". Meğer Paris'te “hôtel” kelimesi, otel anlamının yanı sıra belli bir kuruma ait konutu ifade ederken kullanılıyormuş. Normalde ziyarete kapalı olan bina, her yıl Eylül ayında düzenlenen "Kültürel Miras günleri" kapsamında 2 günlük ziyarete açılıyormuş. Meraklısına duyurulur..
2.GÜN
Kutlu Pazar'a geldiik! Çünkii ayın ilk Pazar günü hristiyanlarda kutsal olması sebebiyle "Louvre dahil" TÜM MÜZELER ÜCRETSİZ!Patron çıldırdı 😮 Düşünün iki kişi gittiniz ve iyi bir planlama ile hızlıca gezip aynı güne 4-5 müzeyi sığdırdınız..İşte o gün 100-150 euro cebinizde kalıyor, trink! Artık bu tasarrufla yeni gezi planı mı yaparsınız, chateaubriand steak mi yersiniz yoksa kendinize Café de Paris sosunda entrecôte şöleni mi çekersiniz orası size kalmış 😃
Bu kutlu güne elbette ki sabah erkenden Louvre'un kapısına giderek başlamalıydık. Otelden 8'e doğru çıktık ve 9 olmadan Louvre'un kapısındaydık. 9.30 gibi içeri girebildik ve hızlı tur attığımızı düşünsek de öğlen 1'e doğru ancak çıkabildik. Louvre Dünyadaen çok ziyaret edilen müzelerin başında geliyor. 13.yy'da yapımına başlanıp 18.yy'da şu anki haline kavuşan müze, 380.000'den fazla obje ve 35.000 sanat eserine sahip.
[gallery size="large" link="file" ids="731,725,726"]
Ayrıca gizemli Mona Lisa tablosu sayesinde her daim popülaritesini korumakta. Tamamını gezmek 1-2 hafta sürebiliyormuş. İçeride Mısır, Yakın Doğu, Antik Yunan, Roma dönemine ait eserler ve resim galerisini kapsayan 8 ayrı bölüm bulunmakta. Mona Lisa'nın hikayesine bir lafım yok ancak tablosu o kadar küçüktü ki, açıkçası biraz hayal kırıklığı oldu.
Yani Rijksmuseum'da Rembrandt'ın Night Watch'ına ya da Belvedere'de Klimt'in Kiss eserine baktığım gibi Mona Lisa ile bakışamadım, belki sorun bende😃 Louvre'da beni en çok etkileyen, gerçek mumyaların sergilendiği kısım oldu.
Louvre'dan çıktığımızda acıkmıştık. Sen Nehri'nden karşıya geçerek Louvre'a 1 km. mesafedeki "Crêperie Little Breizh" kaydettiğim mekanların başındaydı. Lakin Pazar günü kapalı olabileceğini hesaba katmamışım. Aynı sokakta bir sürü restaurant olduğunu görünce, zaman kaybetmeden "Chalet Gregoire" diye bir yere oturduk. Paris'te "başlangıç-ana yemek-tatlı ya da salata" şeklinde turistik menü geleneği var ve kişi başı fiyatlar (pahalı bir semtinde değilseniz) 12 ile 20 euro arasında. Biz de kişi başı 12.90 euro'ya menü aldık. Lezzet olarak orta şeker bir yemekten sonra Ortaçağ Müzesi'ne (Musee National du Moyen Age Cluny) doğru yürüdük. Burası 14.yy'da 'Hôtel de Cluny' adıyla Cluny baş rahibinin eviymiş ve 18.yy'da kulesi gözlem evi olarak kullanılmış. Daha sonra 1833 yılında müzeye dönüştürülmüş.İçeride goblenler, oymalar, vitraylar; heykeller, günlük eşyalar ve rengarenk halılarla tam bir ortaçağ havası hakim. Avlusu, tepeden bakınca küçük ama atmosferle uyumlu. Müzeden çıktığımda aklında kalan, el dokuması rengarenk halılar oldu. Ancak müzenin şatoya benzer dış görüntüsü, içeriye göre daha heybetli duruyordu o kesin.
[gallery size="large" link="file" ids="736,735,734"]
Buradan sonraki durağımız "Shakespeare & Company". Şimdiye kadar gördüğüm en samimi ve kendine has ruha sahip kitabevi. 98 yaşında ölene dekkitabevinin üst katındaki küçük dairede yaşayan sahibi George Whitman şöyle demiş: "I created this bookstore like a man would write a novel, building each room like a chapter, and I like people to open the door the way they open a book, a book that leads into a magic world in their imaginations.(Bu kitabevini roman yazan bir adam gibi; binadaki her odayı kitaptan bir bölümmüş gibi var ettim. Ve isterim ki insanlar; bu kapıyı, hayallerindeki dünyaya götüren bir kitabı açtıkları gibi aralasınlar.)George amca, sen ne kadar tonton ve naif bir kişilikmişsin! 1951'den beri bu küçücük kitabevi kimleri ağırlamamış ki..Fitzgerald, Hemingway, Darren Aronfsky ve Ethan Hawke. Ayrıca içerideki banklar yatağa dönüştürülüp, sanatçı ve yazarların kalması için uygun ortam sağlanıyormuş. Yatılı kalmanın tabii sorumlulukları var; günde bir kitap okumak, birkaç saat kitabevindeki günlük işlere yardım etmek ve bir sayfalık otobiyografi yazmak.
[gallery size="large" columns="2" link="file" ids="764,763"]
Bu gezide içimde ukde kalan çok şey var, bir tanesi de Musée d’Orsay'ı gezememek. Kitabevinden çıktıktan sonra Sen Nehri kenarından 2 km. kadar yürüdük, Orsay müzesi yolun solundaydı. Aslında saat 16.15 gibi müzenin kapısına gelmiştik ve müze 18.00'da kapanıyordu. Ancak girişteki kuyruktan olsa gerek, içeriye alımı durdurmuşlar. Biz de çaresiz, dışarıdaki heykel ve tablolarla fotoğraf çekildik.
 Akşam 9'da kapanacağını bildiğim Centre Pompidou (Pompidou merkezi)'yu sona bırakmıştım. Gerek dış cephe tasarımı gerek içindeki eserlerin kalitesiyle tam bir modern sanatlar müzesi burası..1 Ekim sağolsun, giriş de ücretsiz 😃 'Ayaklarım iflas etmiş, Tarduş zaten modern sanat sevmez' diye hiç düşünmedim. O aşağıda bekledi, ben 1 saatten fazla dolandım. Beni biraz sanatla baş başa bırakınn! 😛
Paris sen nasıl bir şehirsin ki modern sanatlar müzen bile 40 yıllık! Bu müzenin yapılış amacı, dönem dışı nesneler topluluğu anlayışından çıkıp yaşayan bir müzeye kavuşmakmış. Binanın mimarisi ise tam da bu fikri destekleyecek şekilde şeffaf ve esnek bir forma sahip.
Modern Sanatlar müzesinin çıkışında gene bir Louvre çıkartması yaptık ki gecesi ayrı güzel piramitle fotoğrafımız olsun.
Oradan Notre Dame'a yürüdük. Genellikle vakit varsa ve lokasyon olarak ters değilse, gündüz gidip beğendiğimiz yerleri akşam görmek adetimizdir. İkinci tura elbetteki Notre Dame'a karşıdan bakan Shakespeare & Company de dahil olacaktı. Kitabevine bitişik kafesi belki açıktır bir kahve içeriz desek de nafile..
3.GÜN
Paris tam bir bahçe cenneti. Şehirde toplamda 450 tane park-bahçe varmış düşünebiliyor musunuz? Bu defa Lüksemburg bahçesi'nin diğer ucundan(The Avenue de l'Observatoire)giriş yaptık. Medici Fountain'den sonra bahçenin bu tarafında başka bir güzellik sizi beklemekte; Fontaine de l'Observatoire. Ayrıca bu kapı perspektif fotoğraflar yakalamak için çok ideal. Sağlı-sollu uzayıp giden ağaçlar ve arka planda Lüksemburg Sarayı.
[gallery size="large" link="file" ids="747,744,745"]
Saat 11'e geliyordu ve biz daha kahvaltı yapmamıştık, hep bunlar park sevdasından 😛 İtiraf ediyorum, kendimi Poilane'nin kruvasanlarına sakladım. Yumoş yumoş ve içi göz göz kruvasanlar, tam olması gerektiği gibi..Hem cep dostu hem leziz, kısacası tavsiye olunur 😉 Adres: 8 rue du Cherche-Midi. Hazır mideler mutluyken kendimizi az ilerideki Les Deux Magots'a attık. O an anladım ki bu zamana kadar sıcak çikolata diye kakao tozu içmişiz! Les Deux Magots'da içtiğim, sıcak çikolatanın nirvanası olmalı. Yok böyle bir mest olma hali, abartmıyorum! Adres: 6 Place Saint-Germain des Prés. Mekanda dışarıyı gören bir konum seçin, caddeden gelip geçen şık insanları izleyin. Acayip keyiflendim bak şimdi!
3.gün yapılacaklar listesi çok kabarık, çünkü Paris'te gidilecek tonlarca yer var ve bugün son günümüz :(( O yüzden tabana kuvvet diyerek Sen Nehri boyuncaEyfel'e doğru yürüdük. Alexandre III Köprüsü'nü geçtik ve saat 13 gibi Eyfel Kulesi'ne vardık. Kulenin tepesine çıkmadık ama etrafını dolaşarak birçok açıdan fotoğrafladık. Parismeydana bakan kafeleri, efsane müzeleri ve rengarenk bahçeleri ile bana Eyfel'in sunduğu manzaradan çok daha fazlasını verdiği için gerek duymadık sanırım..'Yok ben çıkmadan dönmem' diyenlerdenseniz, nasıl çıktığınıza göre fiyatlar değişkenlik gösteriyor. (2018 yetişkin fiyatları) Asansörle 2.kata çıkış ücreti 16 euro, en tepeye çıkayım derseniz 25 euro; yürüyerek 2. kat 10 euro, 2.kata yürüdükten sonra tepesi için asansör kullanarak çıkma ise 19 euro. 12-24 yaş arası bu fiyatların yarısını öderken, 4-11 yaş arası için ise 1/4 fiyatı. 4 yaş altı çocuğunuz varsa onun için giriş ücretsiz.Bilet kuyruğunda beklemek, hele ki dar vakitte gezi planı yaparken can sıkıcı olabiliyor. O yüzden biletleri internetten almakta fayda var, çünkü Paris sezon dışı-içifark etmeksizin her daim turist çeken bir şehir. Ağustos 2017 verisine göre, yılın ilk yarısında 16 milyon ziyaretçi sayısı ile Paris son 10 yılın turist rekorunu kırmış bizden söylemesi 😃
 
Şanzelize ile ilgili pek bir şey söyleyemeyeceğim. Yani Nişantaşı neyse burası onun kat kat gömlek üstü lüks mağazalarla dolu uzayıp giden bir cadde, daha öte bir şey yok. Burayla ilgili en çok hatırlayacağım şey öğle yemeğimiz olacak sanırım. ("acaba nerede yediler? kaç euro ödediler? hani ekonomik geziyorlardı?" sorularını duyar gibiyim😮) Normalde uygun fiyatlı lokal lezzetler için aç kalmayı göze alan, yurt dışında mecburi fast-food'dan haz etmeyen ben; buranın ruhuna aykırı McDonald's'ın8 eurolukBig Mac'ini ve pembiş fişini öyle sevdim ki😃
 
McDonald's'dan yürüyerek 10 dk. süren 'Arc de Triomphe' yani Zafer Takı'naSaat 16 gibivarmıştık ve hemen fotoğraflayıp oradan ayrıldık.Moulin Rouge buraya yürüyerek 3,5 km olduğu için en yakın M2 hattı 'Ternes' durağından bindik ve önündeki 'Blanche' durağında indik. Ve işte karşımızda!Bilet satış noktasına kadar her yer kırmızı, tam filmdeki gibi. Nicole Kidman ve Ewan McGregor'un başrol oynadığı 'Moulin Rouge' filmini izlemediyseniz gelmeden mutlaka izleyin ve gezinizi akşam etraf ışıklandığında gelecek şekilde ayarlayın. Bence ambiyans esas o zaman oluyor, akşam çekilmiş fotoğraflara ve filmin atmosferine dayanarak söylüyorum. Hatta kapının önüne geldiğinizde "Your Song" şarkısında Nicole ve Ewan'ın dansını hayal edin..Biz akşamüstü 5'e doğru gittiğimizden hava henüz kararmamıştı, o yüzden bahsettiğim atmosfere biraz uzaktık ama yine de güzeldi. Akşam gelip burada cabaret izleyelim derseniz sadece izlemenin bedeli 55 EURO'dan başlıyor bilginize..
Paris'teyken Parizyen gibi hissetmemin başlıca sebeplerinden biri, Montmartre yani Ressamlar tepesi oldu. 19.yy'da Van Gogh başta olmak üzere Picasso ve Monet gibi ünlü ressamların takıldığı "Le Consulat" cafenin solundan yokuş tırmanmaya başladık. Tarduş önde ben arkadan video çekerek yürürken kulağıma gelen gitar sesini takip ettim ve karşıma çıkan manzara aynen şu: Sol yanımda Starbucks, sağ yanımda gitar çalan çocuk ve ressamlar arkasına sıralanmış..En iyisi ben susayım video kendini anlatsın:
[gallery columns="2" size="large" link="file" ids="749,752"]
Planımızda Sacré-Cœur Bazilikası ve hemen aşağısındaki atlı karıncayı görmek vardı. Peki atlı karınca ne alaka? Çünkü Amelie filmi burada çekildi. O atlı karıncada Audrey Tautou misali sallanmazsam olmaz. Meğer hepsi bununla sınırlı değilmiş, tepede başka sürprizler de varmış. Ara sokaklarda dolanırken karşıma çıkan Amelie'nin alışveriş yaptığı manav 😃
 Böylelikle farkında olmadan 2 saatimizi burada geçirmişiz. Saat 19 olduğunda artık acıkmıştık ve yokuş aşağı inmeye başladık. Trip advisor yorumlarına bakarak kaydettiğim Nick's Pizza yürüme mesafesindeydi. İtalya'da tabii ki çok daha iyisini yedik ama fiyat-performans açısından kötü değildi. Paris standartlarına göre oldukça uygun.
Dönüş yolunda tesadüfen Rue Montorgueil adında bir caddeye girdik. Akşam 8 civarıydı, sağlı sollu cafe, restaurant, şarküteri ve pastanelerin olduğu bu sokak acayip hareketliydi. Sonradan öğreniyorum ki, burası Parislilerin akşam iş çıkışı bir şeyler içip sosyalleştikleri popüler bir caddeymiş. Rue Mouffetard'dan sonra turist kalabalığından uzak bulduk mu bir lokal cadde daha?
Bu caddeden çıkınca Jardin du Palais Royal'deki "Les Deux Plateaux" sadece 10 dk. uzaklıktaymış! Giderken planımızda yoktu, maalesef döndükten sonra kendisinden haberim oldu :(Les Deux Plateaux aslında Palais Royal bünyesinde bir avlu, özelliği ise siyah-beyaz çizgili 280 tane değişik ebatlarda kolonlarla dolu olması. "Colonnes de Buren" (Buren Kolonları) olarak da geçenbu çalışma, 1986’da sanatçı Dainel Buren tarafından yapılmış. Gidin bir görün, bence tam fotoğraflık 😃
Paris'ten döndükten sonra bile tekrar gidilesi ve ukde kalan o kadar çok yer oluyor ki, bu onlardan sadece biri..
Marie Antoinette‘in Fransız Devrimi sonrası hapis yattığı, idamdan önce son günlerini geçirdiği "Conciergerie" manzarasıyla Pont au Change'de akşam pozumu verdiğime göre artık kaldığımız otele doğru yürüyebiliriz 😛
Dönüş yolunda olduğu için son uğrak noktamız yine Shakespeare & Company oldu, kafesinde oturup kahvesini içemesek de gezimizin "olmuş"lar listesindeydi. Çünkü "Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!" Shakespeare'ciğimize de buradan selam😃
NE YEDİK NE İÇTİK?
  • Paris planı yaparken sırf 1 sayfa alternatifli yeme-içme listesi yaptım😮 Tabii o kadar ne bütçe ne de vakit var. Denediğimiz yerleri özetlersem; ilk gün Rue Mouffetard caddesindeki Bocamexa'da taco yedik. Renkli sandalyeleri ile küçük sevimli bir dükkan. Meksika'da taco yemedim ama ekstra guacamole sosla birlikte yediklerimiz gayet lezizdi.2 kişi 2 taco + 1 guacamole sos ve 1 Quesadillas için 13,5 euro  ödedik ve doyduk.
  • Les Deux Magots'dan yukarda da bahsetmiştim, nasıl efsane bir sıcak çikolata anlatamam. Lakin 1 Chocolat Chaud fiyatı 8 euro baştan söyleyeyim.
  • İlk akşam yemeğini kapısında her daim kuyruk olan "Au P'tit Grec" te yemek istedik, ama baktık sıra bitmek bilmiyor ve açız. 200 metre kadar ilerleyip yol üstünde küçük bir krepçi dükkanında yedik. 1 krepin fiyatı 6 euro. Mekanı 60'larında şeker bir yunan çift işletiyordu, biraz sohbet ettik. Fransa'da krep makine ile yapıldığı için olabildiğince ince oluyor. Malzemesini de kendiniz seçtiğiniz için aslında nerede yediğinizin bir önemi kalmıyor bana kalırsa.
  • 2. akşam falafel yemek istedim ve listeye aldığım L'as du Falafel bize uzak olduğu için Maoz Falafel'den yana hakkımı kullandım. Salata bardan içini kendin dolduruyorsun, onlar bazlama ekmeği gibi bir ekmek içinde falafel veriyorlar. Sağlıklı atıştırmalık için güzel bir seçenekti, 1 falafelin fiyatı 5 euro.
  • Paris'teki son akşam, 49 Rue Descartes'daki "Joe Burger"de yiyelim dedik. Menüler 9-10 euro ama bizce hamburgeri kötüydü. Yapılan yorumlara aldanıp gittik ama İzmir'de yediklerimizden sonra burası oldukça yağlı geldi, kıyması dağılıyordu bir kere. O yüzden burayı önermiyorum.
  • Gelelim Fransa'yla bütünleşen; yapımı bir o kadar zor olan makaronlara. Nerede yediğimiz konusunda lokal bir tavsiye vermeden önce makaronun ilginç hikayesinden bahsedeyim.Makaron kelimesi italyanca“ince hamur” anlamına gelen “maccherone" den geliyor. Yani kendisi aslında İtalyan asıllı bir Fransız! Peki nasıl oldu da İtalya değil de Fransa'da bu kadar meşhur oldu? Herşey İtalya’nın köklü ailelerinden Catherine de Medici’nin 1533 yılında  II. Henry ile evlenmesi ve Fransa’daki sarayına İtalyan aşçısını getirmesi ile başlıyor. Sonrasında önemli düğün davetlerinde sunulması, Carmelite rahibelerinin makaron ticareti yapması vs. derken 19.yy'da Fransa'nın en meşhur pastanesiLadurée'deesas değişimgerçekleşiyor. Önceleri kurabiye şeklinde tüketiliyorken, iki makaronun arasına konulan ganaj kremasıyla tatlı bugünkü halini alıyor.
  • Paris'e her giden 75 avenue des Champs Elysees'deki Ladurée'ye gidip bir makaron yer. Lakin "www.pariste.net" gibi detaylı Paris yazıları yazan Ahmet beyin de dediği gibi Fransa'da neredemakaronyeseniz, büyük ihtimalle lezzetli olacaktır. Biz de geleneksel Ladurée yerine 132 Boulevard Saint Germain'dekiMaison Georges Larnicol'ün makaronlarını denedik. 1 makaron 0,8-1 euro arası. Aslında burası tam bir çikolata cenneti. Notre Dame, Eyfel gibi yapıların çikolatadan maketlerini yapıyorlar. Ama bence makaronları da enfesti ve makaron fiyatları Ladurée'ye göre daha uygun. Bence mutlaka şans verin.
(Dip not: "20 Mart Dünya Makaron Günü" imiş, seyahatiniz o tarihlere denk gelirse, New York, Paris gibi şehirlerde ücretsiz makaron dağıtılıyormuş. Alın size çılgınca makaron yiyebileceğiniz bir gün, çünkü 1-2 tanesi asla yetmiyor 😃)
NE HARCADIK?
  • Yeme içme: 150 euro civarı
  • Hediyelik eşya: 30 euro (Paris'ten çok bir şey almadık, buraya bir kez daha geleceğiz çünkü öyle hissediyorum 😃)
  • Müze:1 Ekim sağolsun 3 müze gezisi+Louvre "0" euroile günü kapattık 😃 (Biraz daha hızlandırırsanız 1-2 müze daha sıkışır buraya)
KAÇININ?
NELERE BAYILDIK?
  • Shakespeare & Company'nin tarihi dokusuna,
  • Louvre'daki mumyalara,
  • Les Deux Magots'daki sıcak çikolataya,
  • Montmartre'daki Parizyen ruha,
  • Medici Fountain ve Lüksemburg bahçesindeki huzura,
  • Rue Mouffetard'ın Kadıköyvari havasına,
  • Rue Montorgueil'in canlılığınaBA-YIL-DIIK!
 FOTOĞRAF GALERİSİ [gallery columns="5" link="file" ids="766,764,763,762,761,760,759,758,757,756,755,753,752,751,750,749,748,747,746,745,744,743,742,740,737,736,735,734,733,732,731,730,729,728,727,726,725,724,723,722,721,720,719,718,717,716"]

Hakkımızda

1868-1935 yılları arasında yaşayan psikanalist Magnus Hirschfeld, sürekli keşfetme arzusunda olan serüven meraklılarının seksüel açıdan bu...